10-CU BÖLÜM. ÇARESİZ DEĞİLİM.

32 4 8
                                    

Selamlar canlar, nasılız bakalım? Farkettim ki, çoktandır buraları boşlamışım. Kendi problemlerimle uğraşırken, sizi unutmuşum. Dedim bir bölüm yazayım artık. Beklediğiniz için teşekürler. Sizleri seviyorum. İnşAllah dilerim hayatınızın her anında asla çaresiz olduğunuzu dile getirmeyesiniz. Eğer bunu ediyorsanızda, Annie Walker size kendi yaşantısından çıkardığı tecrübeyi paylaşacak. Sakın öylesine okumayın. Hatta benim kitabımın her bir bölümünü okurken ders çıkarmanız lazım. Bende bu yüzden yazıyorum. Toplum çok kötü bir hâlde. İnsanlar bilmeden bir birlerini zehirliyorlar. Bazılarıysa bunu bilerekten yapar. Orası onlara kalmış. Ne diyorduk, evet eğer kendi iyiliğinizi istiyorsanız, okurken tecrübe de edinmeli ve kendinizi sorgulamalısınız. Okurken beğenirsenizde, vote ve yorum bırakmayı unutmayın. İyi okunlar aşklar. 💝

###

"Ne ateşten korkacak kadar güçsüz, ne de sudan korkacak kadar kirliydim. Ancak korkunç bir oyundan korkacak kadar çökmüş bir psikolojiye sahiptim."

###

Uyandığımda, önce gözlerimi kırpıştırdım. Kendime gelmeye çalıştım. Başımı kaldırdığımda, şiddetli ağrısını iliklerime kadar hissettim. Etrafa baktığımda, onun odasında olduğumu anlamak zor değildi. Odasındaydım, ancak kendisi yok. Bu nasıl bir cümle? Aklımı kaçırmış olmalıyım. "Benim burda ne işim var? Dün gece neler oldu?" Kendi kendime konuşuyordum. Hiç bir şey hatırlamıyorum ki. Kafamı kaşıdım. Ha, hatırladım. Dün en son birlikte yemek yiyip, içki içtik. Ama sonrasını hatırlamıyorum. Kötü bir şey olmaz ya... Ne olabilir ki? Birden aklıma gelen şeyle elimle ağzımı kapattım. "Lanet olsun. Ya...ya o herşeyi hatırlıyorsa? Sonuçta benden çok içiyor."

Olmaz ya... Hem olsa bile ne yapmış olabilirsiniz ki?

Doğru. Ona gerçeklerimi, sırlarımı içki bile söyletemez. Ne hiç kimse, ne de hiçbir şey. Ağrıyan başımı ovalayarak ayağa kalktım. Pencereye yaklaşıp, perdeyi araladığım an, güneşin parlak ışıkları yüzümü esir aldılar. Gündüz güneşin, gece ay ve yıldızların esiriyim. Bu benim kendi isteğim. Neden bir adamın elinde esir olmak isteyim ki? Bu zorbalık. Neyse, D vitamini alalım biraz. Zaten dışarıya hasretiz. Hapis hayatı yaşıyorum, adeta. Hapistekileri bile her günü dışarı çıkartıp, yemekler veriyorlar. O zaman ben hapis hayatı yaşamıyorum. Peki bu yaşadığımın adı ne? Ben mi bilmiyorum? Belki de bir adı var, ben bilmiyorumdur. Balkona çıkma kararı aldım. Yatıp kalkıp güneşi içeriden mi seyredeceğim sürekli? Tabiki de hayır. Balkon kapısını açıp, uzaktan küçükcükmüş gibi gördüğümüz, ama aslında bu küçük, dünyaya aydınlık verecek kadar dev olan o mucizeye baktım. Işıkları her insanda olduğu gibi gözlerimi rahatsız ettiği için gözlerimi kıstım. Birkaç adım atıp balkon korkuluklarından tutarak, doğru düzgün alamasam bile, o nefesi alıp, havayı ciğerlerime çektim. Sessiz ve huzurlu bir sabah. Bozulacak, ancak neyse. Anın tadını çıkarmak gerek. Yapmazsakta, geçmişle gelecek arasında sürekli takılıp kalırız. Bu seçim tamamen bizim kendimize kalmış.

Esir hayatını da mı sen kendin seçtin?

Ne seçim izni verildi, ne de vakit verildi. Sende iyi bilirsin ki, ben azad yaşamayı severim. Bu zamana kadar karşıma çıkan bütün zorlukları on dokuz yıldır kendim ortadan kaldırıyordum. Şimdide öyle zaten. Kendimi çoğu zaman çaresiz hissettim. Hep sonsuza kadar çaresiz olacağımı sanıyordum. Ancak sonradan bir şeyi öğrendim.
"Çaresiz anlar yoktur, çaresiz olduğunuzu düşündüğünüz anlar vardır."

Sen sesli bir şekilde bunu kime anlatıyorsun? Yanında kimse yok ki.

Yanımda kimse olmayabilir. Ancak duymak isteyen duyar. Şu an ben duyulmak istiyorum. Biri beni duysun. Sessizliğimin ardındaki çığlıkları bir insan olsa bile duysun istiyorum. Desteğe ihtiyacım var. Ama kimsem yok. Koca bir çevrem varken, çevrem o çevrenin ortasına bir daire çizip beni orda tuttular. Sınırlarımı aşmaya, kendimi kanıtlamaya çalıştım. Ancak farkettim ki, değmezmiş. Başkaları uğruna kendini ve kalbini parçalara ayırmamalısın. "Motto" dedim. Sol omzundan koluma doğru gıdıklanma hissettim. Ona baktım. Siyah ve mor renklerin birleşimi onu korkutucu gösteriyordu. Ama aslında göründüğü gibi bir akrep değildi. Bu kısa zaman sürecinde bana destek ve yardımcı oluyordu. "Motto ben kendimi iyi hissetmiyorum." Ağlamak evresindeydim. "Ben ne yapacağımı bilemiyorum. On dokuz yıldır yaşamak için hep sebepler uydurdum kendime. Şimdiyse yaşamak, hayatta kalmak için bir bahane bulamıyorum. Omzumdaki yüklerin ağırlığını taşımaya çalışıyorum. Ancak günden güne o yükler o kadar çoğalıyorlar ki, taşımakta zorluk çekiyorum. Omuzlarım ağrımıyor, ağrımıyorlarda. Ağrıyan ve acıyan tek şey ruhum. Ben her şeyi bitirmek istiyorum. Her şeyi bırakıp, huzurlu bir şekilde gözlerimi kapatmak istiyorum. Çok mu şey istiyorum, Motto?" Kolumdan avcuma kadar gelip, durdu. Dikkatlice onu seyrediyordum. Küçük ama göze çarpan ve insan ruhunu korkuya bürüyen kırmızı gözlerine baktım. Kaç dakikadır sessizdi. Belki de teselli etmenin yolunu arıyordu. 'Hayvan insandan daha duyarlıdır' diye bir gerçek var. Sonunda kıskaçlarını kaldırıp sesler çıkardı. 'Tak tak' sesi bu sefer farklı bir melodi yarattı kulaklarımda. "Senin ruhunu ve kalbini o kadar parçalanmışlar ki... İnan bana bunları birinin tamir edeceğini asla bekleme. Çünki bu güç yalnız kendi içinde var. O da eğer istersen tabi. Ne yazık ki, seni kıracaklar. Ve kötüler bundan zevk aldıkları için sürekli yapacaklardır. Sen eğer zayıfsan, kurban rolünü oynayacaksın. Sense, çok güçlüsün. Öyle kolay kolay yıkılacak bir kadın değilsin. Hem senin alman gereken intikamlar var. Nereye? Acelen ne? Vakit geldiğinde zaten bu dünyadan sonsuza kadar ayrılacaksın. Bir şeyi sakın untma. Yorulduğunda bırakmayı değil, dinlenmeyi öğrenmelisin." Birkaç ses daha. "Şimdi gitmeliyim. Alman gereken intikamın olduğunu unutma. Tanrı böyle güçleri herkese lütfetmez. İyi değerlendir." Toz olup kalbime girişini seyrettim. Doğru. Tanrı bana böyle bir güç verdi. Dualarımı kabul etti. O beni dinledi. Yani yalnız sayılmam. O var. Benim Tanrım var. O tektir ve ondan başkasına ne baş eğerim, ne de itaât ederim. O beni seviyor, bende onu. O zaman başkasını sevgisine ihtiyacım yok. Güzel yüzüme büyük gülüşümü kondurdum. Son defa temiz havayı derin bir şekilde ciğerlerime çektim. Güneşe gülerek baktım. "Tanrı güneşi her taraf aydınlansın diye yaratmamış. Sabahlarımız ve hayatımız da aydınlansın diye. Yattığım odaya girmek için diğer balkon kapısını açtım. Kapıyı kapatıp, dolaptan çantamı aldım. Siyah günlüğümü açtım. Diğer boş sayfaya geçip, koca harflerle yazmaya başladım. "BU GÜN ÇOK GÜZEL BİR GÜN." Hemen altta kalpte çizdim. Günlüğümün son sayfasındaki çıkartmalardan birini alıp, sayfanın kenarına yapıştırdım. Günlüğümü kapatıp, çantama koydum. Çantamı da dolaba. İçine, arkasına değil. Zaten içindeki çoğu şeyi görmüştü. Saklamamın ne yararı vardı ki? Dolabı kapttığımda, iki şey farkettim. Birincisi çok açım, ikincisi de neden ev bu kadar sessiz? Normalde atışmalar, kalgalar olması gerekiyor. Acaba bir şeyler mi oldu? Görmeden bilemeyiz. Odanın kapısını açıp, çabucak merdivenlerden indim. Salona geçtiğimde, göz hizama kimse girmedi. Açıkçası, biraz rahatsız oldum. Mutfaktan bulaşık makinesinin sesi geliyordu. Mutfağa gittim. Geldiğimde, sadece hizmetçiydi. "İyi sabahlar" dedim gülerek. Yüzünü bana çevirip, küçük dudaklarında gülüş yarattı. "İyi sabahlar misyö. Nasılsınız?" Beni yavaşça süzdü. "Biraz rahatsızmış gibi gözüküyorsunuz." Öyle miydim gerçekten? Bende abarttım. Ama bu benim doğamda var. Onunla tartışmak hoşuma gidiyor. Onu sinir etmek. Hemde sabah sabah. Oh, düşüncesi bile iç yağlarımi eritiyor. "Misyö... Annie hanım..." Düşüncelerden sıyrılıp, ona baktım. "Evet, ee... şey... Patronun nerde?" Önce dönüp bulaşık makinesini kapattı. Sonra yeniden bana döndü. "Patron bu gün sabah erkenden gitti. İşi olduğunu ve geç geleceğini söyledi." Hem sevindirici, heme üzücü bir haber. Sevindirici yanı, biraz kafam sakinleşecek olması. Kötü tarafıysa, onunla tartışamayacak olmam. Aman neyse, neden kendimi yoruyorum ki? Sakin kafa ve huzurdan iyisi mi var? Birden mutfağa yaklaşan topuklu ayakkabı sesleri duydum. Devon Phoenix olamaz. Sonuçta erkekler topuklu ayakkabı giymezler. Bazılarını çıkarsak. Sakince içeri gelen doktormuş. Ona adıyla hitap etmeği sevmiyorum. Ben yalnız istediğim kişiye adıyla hitap ederim. Bu zaman kadar herkese bir isimle hitap ettim. Kendi adıyla değil ancak. Onları kendime yakın hissetmiyorum çünki. "Selam Annie nasılsın?" Bu samimilik... Beni geriyor. "İyiyim, sen nasılsın" dedim çabucak. "Bende iyiyim." Gülmeye çalışıyordum, ancak dudağımın kenarları kendi kendilerine aşağı iniyordular. Kendimi çok zorlanmadım. Yüzsüzlüğe gerek yok. "Buyurun, sabah kahvaltısı edelim." Yanımdaki masanı çekip oturdum. O da karşımdaki masaya geçti. "Olur, teşekkürler." Başımı sallamakla yetindim. Hizmetçi sıcak kahvemi önüme getirdiğinde, 'teşekkür ederim' dedim. Başını salladı. Yemek masasından üç çikolatalı kurabiye alıp kahvemle birlikte yemeğe basladım. O da kahve içip, kurabiye yedi. "Ben sana bir şey söylemek istiyorum." Kaşlarını çatarak bana baktı. "Ne? Bir şeyin mi var kuzum?" İşaret parmağımı fincana sürtdüm. "Ben dün gece hiç iyi değildim. Emin misin, bu tedavilerin işe yarayacağından?" Ona baktım. Kahve fincanını masaya bırakıp, bana baktı. "İlaçlar ve serumları fazla kabul ettiğin için bedenin fazla tepki vermiş olmalı. Birkaç sefer böyle olacaktır. Alışcaksın." Bu ne diyor? Şaka mı? Dün kan kustum. O kadar mı korkunç ilaçlar kabul ediyordum? Olabilir aslında. Ama nedense... Nedense bir şüphe var içimde.

Phoenix'in (Feniks'in) KuklasıTempat cerita menjadi hidup. Temukan sekarang