3/stitches

2.1K 221 61
                                    

eni o günün akşamı -veyahut sabahı- evinden kovmasını bekledim.

Zihnimde canlanan görüntü bir kediyi ensesindeki tüylerden tutup havalandırarak başka bir tarafa sallamakla eş değerdi. Nedense çok erken sevindiğimi, Asker'in de bize benzediğini düşünmeye başlıyordum.

Ama o, onu tanıdığım kısacık anlarda hep yaptığı gibi beni şaşırttı. Beni orada bıraktıktan sonra ilk yardım malzemeleriyle geri döndü ve patlamış dikişlerimi yeniledi. Ona minnettardım elbette ama anestesisiz yapılmış bu işlem acıya dayanıklılığımı bayağı bir zorlamıştı.

• • •

"Ayağa kalkma lafında anlamadığın kısım neresi?"

Düşmemek için kapı pervazına adeta sarıldığım sırada karşıma dikildi ve çocuk azarlamakta kullanılan ses tonunu takınarak beni kısmi bir asilikle suçladı.

"Hâlâ bazı ihtiyaçlarım var." dedim sızlayan yarama elimi bastırarak. Durumun normalliğini anlayarak koluma girdi ve gittiğim yönün tam aksine doğru beni yarı taşıyıp yarı sürükledi.

Dikişlerimi patlatışımın muhtemelen dördüncü günüydü ve zar zor başladığım beslenme işi bu tuvalet sorununu yeniden ortaya çıkarmıştı. Eğer midem dışarıdan duyulacak bir tantanaya başlamasaydı bu işi gidebildiği yere kadar ertelerdim.

İşimi hallettikten sonra tekrar koluma girdi ve beni şöminenin önündeki çekyattan bozma yatağıma yatırdı. Gözlerimi bir türlü koluma değen kolundan alamıyordum. Hareket ederken çıkardığı mekanik sesler oldukça tuhaftı ama o buna çoktan alışmış duruyordu.

Yastığımı düzeltip yine aynı ketumluğuyla işine döndüğünde sönmek üzere olan şömine ateşine baktım. Bana neden bu halde ona sığındığımı sormamıştı ya da evinden gitmem için ikinci bir uyarıda bulunmamıştı. Aslına bakılırsa günlük ihtiyaçlar hakkındaki sorular dışında konuşmuyorduk ve bu oldukça tuhafıma gidiyordu.

Hikayesini deli gibi merak ediyordum.

Evinin genel havası oldukça hoştu, yani hiçbir "Ben Caniyim ve Bu Da Benim Ölüm Kapanım" hissiyatı veren bir şeyle karşılaşmamıştım. Yaptığı günlük işler de taşralı bir işçininkiyle aynıydı. Yüzüne bakarak çıkarabildiğim tek şey aramızda hatırı sayılır bir yaş farkı olduğuydu. Ve bana giydirdiği kazağı da -bunu itiraf etmek zorundayım- harika kokuyordu.

Şehirde yaşadığımız zamanlardaki o meraklı ve şen şakrak kıza döndüğümü hissediyordum onun sırlarını düşünürken. Yaptığım tahminler beni eğlendiriyor ve günümün geçmesini sağlıyordu. Oysa biliyordum ki tüm bu Sherlock-vari uğraşlar zihnimi Ravian'dan uzaklaştırmak içindi.

Eğer düşünmeye başlarsam delireceğime inanıyordum.

Onun hakkında yaptığım ufak analize devam ederken elinde tepsiyle geri döndü. Zigon sehpayı sağ yanıma çekti ve bir kase çorba ve birkaç dilim ekmekten oluşan yemeğimi üstüne koydu. Kendin becerebilir misin yoksa ben mi yapayım? bakışını atarken kafamı o iş bende babında salladım. İfadesiz suratını bir an bile olsun bırakmadan odasına döndü. Ben de triplerimi bırakıp domates çorbasını içmeye başladım.

Birkaç ufak gürültüden sonra bir anahtar şıkırtısının takip ettiği kapının kapanma sesi duyuldu. Kilidin birkaç kez döndüğünü işittim, sonrasında da evin arka tarafında durduğunu tahmin ettiğim aracın motor sesini.

Bu durumu pek umursamadım çünkü geçen seferde beni eve kilitleyerek bir yerlere gitmişti. Geri döndüğünde elleri poşetliydi, muhtemelen yine birkaç şey almak için bir yerlere gidecekti. Tabi alışverişi nerede yaptığı veya o parayı nereden bulduğu tam bir muammaydı.

Yine de benim için hava hoştu. Üzüm geliyorsa bağ kimin umrunda?

Çorbamı soluksuz içtikten sonra yattığım yerde saçma düşüncelerle uğraşmaya ve kendimi tüm o entrikalardan uzak tutmaya çalıştım ama ne yaparsam yapayım annemin şu an ne halde olduğunu merak etmeden duramıyordum. Acaba öldüğümü mü düşünüyordu? Beni aramış mıydı? Veya kasabadakiler onu hiç zaman kaybetmeden kasabadan sürmüş müydü?

Son ihtimali göz ardı ettim. Annemi benimsemelerinin tek sebebi ben değildim elbette. O kasabada bazı yiyeceklerin sonu gelmiyorsa bu annemin maharetli ellerindendi. Onu yollamak gibi aptalca bir iş yapmış olamazlardı.

Birkaç gün önce ona duyduğum kin ve nefretin eriyerek yok olduğunu hissediyordum. Ne olursa olsun annem olduğu gerçeğini ve ona aşık doğduğumu inkar edemezdim. Yaptığı yanlıştı evet, fakat yine de bunu beni korumak için yaptığını düşünüyordum.

Her zamanki Pollyanna halim üzerimdeydi.

Aylaklığıma kesintisiz devam ederken toprak yola sapan bir araba sesi duydum. Muhtemelen Asker dönmüştü, istifimi bozmadan yatmaya devam ettim. Fakat iki ayrı ayak sesi duymam tedirgin olmama neden olmuştu. Yorganın altından çıkıp kendimi zorlamamaya çalışarak ayağa kalktım. Ben pencereye ilerlerken biri kapıya vurmaya başladı.

Beyaz tülü kenarından hafifçe açarak karşımdakine çaktırmadan gözetlemeye çalıştım. Bu sırada ikinci kişi de evin kapısına geldi. "Evde değil."

Gelenler iki erkekti -birinin ellerinde yaşlılık lekeleri vardı- , yaşlı olanın üzerinde siyah kaşe bir kaban, gencindeyse koyu lacivert bir mont vardı. Yüzlerini göremiyordum ama zaten buna ihtiyacım kalmamıştı.

Yaşlı olan ufak bir lanet savurduktan sonra aynı hızla arabaya döndüler. Genç arabanın sürücü koltuğuna binmeden önce eve son bir bakış attı. Tülü yavaşça bırakıp geriledim.

Lütfen görmemiş olsun

Herhangi bir hareketlilik farketmeyince yerine geçti ve motoru çalıştırarak söğüt ağacına doğru ilerledi. Derin bir nefes alarak olduğum yere çöktüm.

Başkan Piaf ve Davie'nin burada ne işi vardı?

A New Sun | BarnesHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin