4/silence we create

1.9K 212 25
                                    

ᴺe kadar kaçmaya çalışırsam çalışayım, kaçtığım şeye elbet düşüyordum.

Bu kimi zaman bir çukur gibi basit bir şeyken kimi zaman da büyük bir hata oluyordu. Her zaman her şeyi tepetaklak etmeyi başarıyordum, alakasız olduğum tartışmanın bir anda odağına bile dönüşebiliyordum.

Asker'in evine kaçarken bu lanet de benimle birlikte gelmişti.

• • •

Ben, bilmem kaç saat orada oturduktan sonra Asker sonunda eve teşrif etmiş, beni kenarda öyle büzüşmüş bulunca elindekileri bırakıp yanıma koşmuştu.

Bu halin de ne böyle? dedi bakışlarıyla. Yanıt vermedim.

Yüzümü süzdü, sonra tek elini bacaklarımın altından geçirerek beni kucağına aldı. Başım göğsüne düşerken yine hiçbir şey söylemiyordu. Odası olduğunu tahmin ettiğim yere girdiğimizde beni yumuşacık yorganın üzerine bıraktı. Uyuşmuş hissediyordum.

Işıkları açtı ve hemen yanı başımdaki pencerenin perdelerini çekti. Bunu yaparken sessizdi -yanında kaldığım günlerin genel özetiydi bu hali- .

Hiç konuşmaması bazen sinir bozucuydu.

Bir şeyler söylemesini istiyordum, neden orada öylece oturduğumu, neden karnımda koca bir yarıkla ona sığındığımı, neden geceleri ağladığımı sorsun istiyordum. Veyahut neden herkesten ayrı burada yaşadığını, savaşta neler yaşadığını anlatsın, en basitinden adını söylesin istiyordum. Ama elbette ben bunları içimden geçirirken o bütün kayıtsızlığıyla önümden geçip dolaptan kıyafet seçme işine girişti.

Çoğu zaman onun için görünmez olmalıydım.

Oturduğum yerde iki büklüm, sesimi çıkarmadan onu izlerken ilk başta kazağını çıkardı. Sol omzundaki birleşme noktasında görünce insanın içini sızlatan yara izleri vardı. İstemsizce dişlerimi sıktığımda kafasını çevirmeden göz ucuyla bana baktı, ardından elindeki kapüşonluyu başından aşağı geçirdi.

Sessizliği yakıcıydı. Neler döndüğünü bilmediğim kafası beni huzursuz ediyor, ağzından çıkabilecek her kelime için dudaklarının arasına bakıyordum. Onun bir konuşma başlatmayacağını tabiki de biliyordum, fakat çoğu zaman ben de ona bir şeyler söylemeye çekiniyor ya da elle tutulur bir şey bulamıyordum.

Bir an bugün Dave ve Başkan Piaf'ın buraya geldiğini söylemeyi düşündüm ama hemen sonra bunu yapmamam gerektiğini sezdim. Her ne kadar bana yardım etse de hala Asker'i tam olarak tanıyor değildim ve Dave ve Piaf'ta buraya ilk kez geliyor gibi durmuyorlardı. Bunun içinde bir işler olduğunu hissediyordum ve son güven kırıntılarımı serpiştirdiğim bu adamın da beni hayal kırıklığına uğratmaması için dua ediyordum.

Üzerini değiştirme işlemi bittikten sonra yorganın üstünde peluş bebek gibi kıvrılıp oturmuş benim yanıma geldi ve elinin tersini alnıma dayadı. İri boğumlarından yayılan serinlik acılar içinde yanan başıma bir şifa gibi gelmişti. Hafifçe gözlerimi yumdum.

Ateşimi kontrol eden elini çekip hiç tereddütsüz sırtımdan aşağı daldırdı. Kıyafetimi kontrol ederken kaşları hafif çatılıydı. Bu hareketleri bana küçükken hastalandığımda annemin yaptıklarını anımsatmıştı. Ateşim düşene kadar yanımdan ayrılmazdı. Babamsa genelde kış aylarında hastalandığım için ellerinde poşet poşet portakalla yanıma gelir ve keyfim yerine gelsin diye onlardan gülen yüz yapardı. Bazense kabuklarındaki suları birbirimizin yüzüne sıkarak eğlenirdik.

Şimdiyse tüm bu sıcak ve huzurlu anılardan uzakta, buz gibi bir hastalığın tanımadığım kollarındaydım. Korkuyordum.

Terden ıslanmış badiyi eliyle yokladıktan sonra yan tarafta bekleyen kazağı kucağıma bıraktı. Ardından sessiz sedasız odadan çıktı.

Asker bana bunu yapıyordu işte, yoğurulmuş bir kaosu biraz daha erteleyip beni kendimle bir başıma bırakıyordu, en çok korktuğum kişiyle.

• • •

Yemek odası işlevi gören boşlukta dikilirken masadaki ahşap tabakları sebepsiz bir dikkatle tarıyordum. Asker arada sırada yanımdan geçip masada eksik olduğunu düşündüğü şeyleri yerleştiriyordu. Yine sessizdi, yine, yine, yine,..

İçimde ona karşı dindirilemez bir öfke biriktiriyordum sinsice. Artık beni delirtmeye çalıştığına inanıyordum, bu yabani sessizliğin hiçbir nedeni olamazdı.

Heybetli gövdesini bir tüy parçası kadar hafifmişçesine sessizce yanımdan geçirip masanın başındaki sandalyeye yerleştirdi. Elleri tabağın yanındaki kaşığa uzanıp çorbaya yöneldiğinde hiçbir harekette bulunmamıştım. Sadece hesaplıyordum, bekliyordum...

Çorbası bitti, üzerinde bir tutam kekik bulunduran antrikotu, kendine koyduğu bir kadeh kırmızı şarabı ve tüm o boş oyalanmaları. Tüm bu süre zarfında rahatsız edici bir göz hapsinde tuttum onu. Bana baksın istedim, bir tepki versin.

Ama konuşmadı. Lanet olası 23 gün boyunca yaptığı gibi tek bir kelime bile etmedi.

Ve bu sefer ben konuştum.

"Ailemle birlikte New Jersey'de yaşıyorduk. Annem bir botanistti ve şehrin doğu yakasında büyük bir serası vardı. Babam şehrin önemli bankalarından birinde çalışıyordu, yani gayet iyi bir haldeydik.

Abim üniversite başvurusunda yeni bulunmuştu ve hepimiz çok heyecanlıydık..." Yüzümün kasılmasını önlemeye çalıştım. Nefes alamıyor gibiydim.

"Sonucu gelmeden eve bir mektup gelmişti. Olası savaş tehlikesi dolayısıyla abim Metias 56. Birlik'e zorunlu er olarak alınmıştı. Tanrım, daha yaşayacak o kadar şeyimiz vardı ki!

Mayıs'ta abim gitti, haziranda ise babamı aldılar. Onun ölüm haberi Metias'tan önce ulaştı." Ellerimle yüzümü örtüp toparlanmaya çalıştım. Zavallı gibi durmamalıydım.

Gözlerimi ovuşturup devam ettim. "Tüm şehirler yıkılmıştı, geride kimse kalmamıştı. Daha içteki eyaletlere göç ettirildik, aylarca oradan oraya sürüklendik. Savaşın bitişine yakın annem artık dayanamadı ve beni kamyonete bindirdi. Gücümüzün, sabrımızın yettiği kadar sürdük ve en sonunda buraya ulaştık.

Ben, buraya geldiğimizde artık bir şeylerin düzeleceğini sanmıştım..."

Bakışlarımı yüzüne çevirdiğimde hiçbir harekette bulunmadan beni izliyordu. İfadesinde duygu seçemiyordum. Bomboştu. Ne yapacağımı bilmeden bekledim.

Neden sonra "Bir süre daha burada kal," dedi "sonrasında ne yapacağımıza karar veririz." Kirli tabağını alıp mutfağa geçti.

Yine beni görmesini sağlayamamıştım.

A New Sun | BarnesHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin