5/Escher's waterfall carried us away

1.8K 209 46
                                    

ᴬrtık dayanamayacağımı düşündüğüm anda bir ileri safhaya geçiyor, sabretmenin yakıcı sancısından kurtulup yeniden doğuyordum.

Bir yazarın da dediği gibi; beklemenin bir sonu yoktu, her geçen gün o şatafatlı kurtuluşa daha da yaklaştığınıza inanıyordunuz.

• • •

Ufak çaplı krizimden bir kaç gün sonra, yaklaşan sorunum için Asker'e birlikte markete gitmeyi önermiştim. Verdiği tepkiyse ailesiyle ilgili kötü bir söz söyleyeceğimde vereceği tepkiyle eş değerdi, veya ondan hamile olduğumu.

Dehşete kapılmıştı.

Bunu biliyordum çünkü haftalardır hiçbir duygu kırıntısını açık etmeyen ifadesi bir anda donup kalmış, daha sonra adem elması gürültü çıkararak yukarı-aşağı hareket etmişti.

"Bunun iyi bir fikir olduğunu sanmıyorum." dedi kendini toparlamayı başardığı dakikanın sonunda. Elindeki işle uğraşmaya devam etti.

"Gitmemenin daha kötü bir fikir olduğunu sanıyorum." Kollarımı göğsümde birleştirip mutfak kapısının ahşap pervazına yaslandım. Konuşmasını sağlayabildiğim için mutluydum. Lanet olasıcanın bazen bir dili olmadığına inanacak hale geliyordum.

Kafasını bana çevirip tek kaşını havalandırdı. Öyle mi?

"Bak," dedim az önce dayandığım yerden ayrılırken, birkaç adımda yanına ulaşıp bu sefer kalçamı tezgaha yasladım. Üzerimde yine onun kazaklarından biri vardı. "takdir edersin ki bazı ihtiyaçlarım var ve bunlar karşılanması zorunlu ihtiyaçlar. Bu işi sana vermek kabalık olur, zaten benimle yeterince ilgileniyorsun. Bu yüzden en azından izin ver de özel ihtiyaçlarımla ilgileneyim."

Elindeki kirli tabağı lavabonun içine geri bıraktı. "Peki nedir bu özel ihtiyacın?"

"Periyodum yaklaşıyor." dedim pervasızca. Beni söylemek zorunda bırakan oydu-ki zaten alırken görecekti.

Ukala surat ifadesi yeniden dondu ve dudaklarından ufak bir 'oups' kaçtı. Bir gün içinde onu iki kere dumura uğratmak içimde bir yerde kol gezen öfkeyi sakinleştirmiş, ve hatta beni mutlu etmişti.

Şansım varsa daha fazla konuşmasını da sağlardım.

• • •

Kamyoneti gri bir Mazda'ydı ve tahminime göre kliması arızalıydı. Çünkü yaklaşık 35 dakika süren yolculuğumuzu bana verdiği montuna sıkı sıkıya sarılarak geçirmek zorunda kalmıştım. O ise bu duruma çoktan alışmış, rahat bir tavırla arabasını daha önce hiç görmediğim patikalardan geçiriyordu.

Ravian'ın tam aksi yöne gidiyorduk. Eh, en mantıklısı da buydu zaten. Muhtemelen herkesin öldüğümü düşündüğü bir yere beni alışverişe götürmesi, aptallık olurdu.

Bu düşünceyle aklımın bir köşesinde saklı tuttuğum annemin görüntüsü yeniden sahneye çıktı ve titrediğimi hissettim. Ona olan öfkem çoktan dinmişti, deli gibi özlemiştim.

Bana kasıtlı olarak zarar vereceği düşüncesine inanmıyordum. Ne olursa olsun bunu bana yapmazdı, yaşadığımız şeyler ne kadar zor ve sarsıcı da olsa onu bu noktaya kadar getirmiş olamazdı.

Annem bana zarar vermek istemezdi, buna emindim.

Araba yavaş bir frenle durduğunda beni yiyip bitiren bu sorgu seansının da sonuna gelmiştim. Kontağı çevirirken Asker bana bakıyordu.

"Hiçbir şekilde konuşmak yok." dedi, bir üst rütbemmiş de bana emir veriyormuş gibi bilgiç bir tavırla. "Sadece ihtiyacımız olan şeyleri alıp buradan gideceğiz." Ona hareket çekip dil çıkarmayı ne kadar istesem de, yapmadım. Sadece verilen direktife uyacağımı belirten bir sakinlikle arabadan indim. Kapımın gürültüsünün ardından onunki duyuldu.

Karşımızda Ravian'ınkinden yaklaşık üç kat daha büyük bir kasaba meydanı duruyordu ve sağ köşeden kırmızı tabelalı bir süpermarket bana göz kırpıyordu. Etraf daha canlı, renkler daha yumuşaktı. Ravian'ın aksine burada kaçıp gitmeniz gerektiğini hissettiren herhangi bir nesne yoktu.

Belki de sadece yaşadığım şeyler yüzünden Ravian'ı bir uğursuzluk çukuru olarak görmeye başlamıştım.

Asker durup bir iki saniye ne yaptığıma baktı, ardından kendisi için sabır dileyerek-hayır konuşmamıştı, ben bunu yaptığı kafa hareketinden anlamıştım- az önce incelediğim süpermarkete doğru yürümeye başladı. Ördek yavrusu gibi peşinden koşturdum.

İçeri girdiğimizde ılık bir hava bizi karşıladı, etrafta meydanın aksine pek fazla kişi yoktu ve Asker kolunu saklama konusunda daha az sıkıntı çekecek gibi duruyordu. Ama yine de sol elini montunun cebinde dinlendirmeye devam etti.

Bir an onun iletişimde olduğu insanlara-ki böyle bir şey olduğundan şüpheliydim fakat bir insanın da yapayalnız ömür geçirmesi olanaksızdı- kolu hakkında ne söylediğini düşündüm. Bu fikir uzaktan gördüğüm pedlere giderken ufak bir duraksama yaşamama neden oldu.

O kolun gerçek hikayesi neydi ki? Daha doğrusu Asker'in hikayesi neydi?

Tüm bunları boşvermeye çalıştım. Bunlar derin konulardı, öyle alışveriş yaparken insan pek odaklanamıyordu. Bu yüzden yine hiçbir saklama girişiminde bulunmayarak elimdeki paketlerle, benden biraz ötede kahvelere bakan Asker'in yanına gittim. Bir elimdekine bir bana baktı, ardından parmağıyla kahvelerden birini işaret etti.

"Fark etmez." dedim. Kahveyi alıp kasaya yürümeye başladı.

Kasaya vardığımızda genç bir eleman elindeki gazeteyi inceliyordu, bizi görünce katlayıp bir kenara kaldırdı. Asker elimizdekiler metal bölmeye koyarken ben de etrafı incelemeye koyuldum. Haftalardır doğru dürüst insan yüzü görmemiştim ve biraz normal hissetmek istiyordum.

Ama keşke normal hissetmek istemeseydim.

"Ophelia?" dedi elinde kasalarla içeri giren bir adam. Şaşkınca suratına bakarken kim olduğunu kestirmeye çalışıyordum. Bu sırada Asker de olayın farkına varmamış, ödeme yapıyordu.

Tanrım, yere çöküp ağlamak istiyordum.

"Ophelia, bu sen misin?" Kasayı şaşkınlıkla yere bırakıp yanıma geldi. O sırada başka taraflara bakarak onu tanımıyor imajı vermeye çalışıyordum fakat tabiki de tanımıştım. Annemin birlikte çalıştığı herifti bu.

"Hay sikeyim..."

A New Sun | BarnesHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin