on yedi

24 3 6
                                    

Çok anlamlı olabilirdi: tükenmekteyiz,
gitmek zorundayız, çağrılmadan geliriz.
Ama konuşmak ve anlaşamamak,
ve bir an bile kavuşamayan ellerimiz,
yıkmakta bunca şeyi: kalıcı değiliz.

İyileşme uzun ve sonu belirsiz bir süreç olduğundan Felix çabalamayı bırakmış, akışta sürünüyordu yıllardır. İnsanlar gelip gidiyorlardı ve onun üzerinde öyle büyük etkileri olmuyordu bile. Zaten en kötü haline adım adım yaklaşıyorken daha ne olabilir ki kafasındaydı. Yıllarca uyumak için kendini uyuşturmasının sebebi de buydu. En kötü haline gelene dek bu yokuşta yuvarlanmıştı.

O uzun ve sonu olmayan belirsiz süreçte bir gün yine kötü olmak için iyi olmaya çabalamak istemiyordu. Görünürde kendince en kolay yolu seçmişti, zaten olması gereken buydu.

Tüm bu karmaşayı bir süredir unutmuş olduğunu şimdilerde fark ediyordu. En başta ne yapacaktı? Hyunjin'i mahvedip evine dönecek ve orada her şeyi, tüm bu kötülüğü bitirecekti; rahatça son verebilecekti. Hangi noktada unutmuş ve tekrar hatırlamıştı?

Onunlayken çoktan o uzak durduğu iyileşme sürecine adım attığını, yokuşta yuvarlanmadığını fark ediyordu. Changbin'in sessiz ve huzurlu yolunda onunla el ele yürüyordu. Felix için uzun denebilecek bir mutluluktu bu. Dönüp baktığında ne kadar iyi olduğunu görebiliyordu. Hayal gibiydi. O hayalden gerçeklik tarafından çekip çıkarılmıştı.

O sıra hiç düşünmek istemediği bu konu şimdi midesini ağrıtıyordu. Kötü zamanlarına dönme fikri artık korkutucuydu. Changbin'e bu kadar bel bağlamaması gerekirdi. Saçmalıktı. Sıkılıp gideceğini sanması sıkılmamak için yalvarmalarına dönüşmüş, sonunda kendini kaptırmıştı. Changbin eğer onun gitmek istemediğini, gitmeyeceğini bilse kalır mıydı?

Felix tam olarak kimdi de buna müdahale etme hakkını arıyordu kendinde? Acayip gülünçtü. Onu geri tutan tam da buydu. Geçerken bi' uğramıştı, artık gitme vaktiydi. Daha fazlasına hakkı yoktu.

Nihayetinde tüm bu durum ve gelişen şeyler sadece onunla ilgili değillerdi. Bencilliğin dibini sıyırıp kendini Changbin'den tamamen ayrı bir kefeye koymuş, en olası kararı almıştı. Yine kendi çapında.

Yılın son günüydü. Amaçsızca ona koştuğu ilk seferdeki gibi merdiven boşluğunda duruyorlardı. Şehrin gürültüsü kutlamalar sebebiyle daha yoğundu ve aralarındaki garip sessizliği renklendiriyordu.

"İçine düşüyorsun sonra boğuluyorsun. Sana ne denir ki gerçekten?" Sıkıntıyla söyleyen Changbin gözlerini aşağı çevirdi. Burada olmak önceleri hep iyi hissettirirdi ama şimdi o hissi bulamıyordu. Kimsenin ona ulaşamayacağı bu yükseklikte Felix belirdiğinden beri kaybetmişti o hissi. Artık ulaşılmaz ve yalnız değildi.

Felix ona bakmadan sırıtıp burnunu çekti. Belirsizliğin içindeki o acı gerçek, birlikte son zamanlarını yaşıyor olmalarıydı. Changbin'i yarın görebilecek miydi ya da buradan nereye gideceklerdi bilmiyordu bile. İşte tüm bunlar belirsizdi ancak belirlenen vakit çoktan gelmişti.

Uyuşan ellerine aldırmadan yerde duran bira şişesine uzandı, birkaç yudum içti. Yakıcı etki ne içini ısıtıyor ne de acısını dindiriyordu. Suratındaki gülüşü sabit tutmak için çabalamayı kesti o sıra. Buz tutan yüzü ifadesini gizliyor muydu hiçbir fikri yoktu ancak ona döndüğünde Changbin'in kısılan gözleriyle karşılaşınca anladı, bok gibi görünüyor olmalıydı.

"Ondan geriye sayacak mıyız?" diye sordu alayla.

Changbin kısık gözlerle ona bakmayı sürdürüyordu. Felix geçen birkaç gün boyunca oldukça iyiydi ya da Changbin'in kalbi o kadar kırılmıştı ki onun gerçekten hiçbir şeyi umursamadığı düşüncesine çabucak kapılmıştı ancak şimdi suratını bu halde görünce gözlerinin önündeki kırgınlık perdesi kalkmıştı. Israr etmediği ya da Felix'i ikna etmeye çabalamadığı için pişman oldu. Ağzını açıp bir şeyler demek istediyse de gürültülü havai fişekler her yeri kapladılar, gökyüzü onlarca renge bürünmeye başladı ve tüm o ışıyan renkler Felix'in suratını bir tabloya çevirdi. Acıyla dolu renkli bir tabloya.

the thunderings are nearly throughWhere stories live. Discover now