38.Bölüm : Bir Şehir Yıkıldı.

740K 40.4K 9K
                                    

38.Bölüm : Bir Şehir Yıkıldı.
*Biz altında kaldık...*

Dakikalar sonra, sorgu odasından çıkarıldığımız gibi bir açıklama uğruna savcının odasına getirildik. Onur'un tavrının şokuyla oturduğumuz yerlerde sanki az önce bir cinayete daha tanık olmuşuz gibi şok içinde birbirimize bakıyoruz. Burak anne babasının şiddetini izlemek zorunda kalan çocuklar gibi bakıyor, Mert hayatının darbesini yemiş gibi. Benim ise durumumu tam olarak öğrenmek ister misiniz, ben kafayı yedim. İçimden konuştuğumda, dışımdan konuştuğumda hep bir şeyleri uzun uzun anlatır kendime bile betimlemeler yaparım, kelime çokluğunu severim. Ama şuan öyle bir durumdayım ki durumumu anlatmak için fazla bir kelimeye, ya da betimlemeye ihtiyacım yok. Ben, kelimenin tam anlamıyla kafayı yedim.

Savcı odaya asistanıyla birlikte girdiğinde duruşlarımızı dikleştirdik, Burak tshirt giymesine rağmen gömleğini ilikler gibi tshirtünün üst kısmını çekiştirdiğinde gözlerimi savcıya çevirdim. Yerine oturdu, bize ciddi bir ifadeyle baktı. Ardından sekreteri elindeki kağıtta yazan açıklamayı okudu,

''Onur Zorlu'ya bulunduğu sert ithamlardan dolayı şuan, veya mahkeme boyunca görüş yasağı getirildi.'' Duyduğum cümle karşısında tüm bedenim şoka girdi. Hücrelerim bir bir donakalırken boşlukta kalan elimi uzatıp Burak'ın kolunu tuttum.

''Ne?'' gibi bir fısıltı çıktı dudaklarımın arasından, ''mahkemeye kadar onu göremeyecek miyiz?'' Ardından savcı girdi araya bir abi tavsiyesi verir gibi,

''Onunla aynı ortamda bulunmamanız az önce yaşananlardan sonra sizin güvenliğiniz için çok daha önemli. Savurduğu tehdit bile mahkeme için büyük bir delilken parmak izleri bir cesedin kanını taşıyan bıçakta beliren birini mahkemeden sonra bile görmeyi ümit etmeyin. Kısacası, Onur yok artık. Hayatınıza bakın.'' Kalbime oturan bir Onur Zorlu figürüyle birlikte olduğum yerde kalakaldığımda Mert atladı konuşmaya,

''Bakın... o iyi değil... y-''

''Görebiliyorum. Size savurduğu tehditler bunu yeterince belli ediyor.''

''Onun bize ihtiyacı var!'' diye girdi araya Burak,

''Bir cinayet daha işleyebilmek için mi?'' Öfkeyle savcıya döndüğümde kalbim deli gibi atıyordu,

''Onu tanımıyorsunuz,'' dedim sinirle, ''kendinde değil. İyi değil, ve bizim yardımımıza ihtiyacı var.''

''Ne gibi bir yardım edebilirsiniz küçük hanım? Üçüncü cinayetini işlemesi için mi yardım edeceksiniz? Zira savurduğu tehdide bakıldığında onun yanına alınmanız bir seri katile öldürülecek bir beden sunmaktan başka bir şey değil.''

Üçümüz de öfkemize hakim olmaya çalıştığımız sırada aklımda iki kelime tekrarlanıyordu, sadece iki kelime. ''Seri katil...'' Seri. Katil. Onur Zorlu, seri katil.

''Bakın çocuklar, herkesin canından çok sevdiği arkadaşları olur. Onun için her şeyi yaparım diyebileceği insanlar, onu adım gibi biliyorum herkesten daha iyi tanıyorum diyebileceği insanlar. Ama şunu aklınızdan çıkarmayın, insan yanılabilen bir varlıktır, ve yanıldınız... Onur sandığınız gibi biri değil, kendinizi tehlikeden uzak tutun. Evinize dönün, güvende kalın ve işimizi yapmamıza izin verin. Şimdi, çıkabilirsiniz.''

İnsanlar yaşları ilerledikçe yaşlarıyla doğru orantılı olarak söylediklerinin doğruluk payının da artacağını düşünüyorlardı. Bunu ilk kez babamda fark ettim. Her söylediğinin doğruluk payının yüzde yüz olduğunu düşünür ve bunu, ''ben babayım'' diye açıklardı. Büyüklük, babalık, annelik... Oysa emin olduğum bir şey vardı, hayatı çözmenin sırrı insanın yaşında değil yaşadıklarındaydı. Şu yaşadığım günler sonucunda bile, önüme konulan puzzle'ın tüm parçalarını birleştirebilecek haldeydim yaşama dair. Çünkü ben, bir ömre sığdırılacak koca yılları birkaç haftada yaşamıştım.

Şimdi, bu odadan çıkarken bu savcıya son kez bakıyorum. Onur'a dair söyledikleri aklımda. Bir başkası olsa belki çoktan inanırdı, güvenli bölgesine çekilir hayatına oradan devam ederdi. Oysa bir cümle geçiyor şimdi aklımdan, ''kıyısına bir yaşamın, herkesi uzaktan izlemek için gelmedim.'' Ve daha dik yürüyorum şimdi, çünkü ben ellerime teslim edilen bu yaşamı denizi kıyıdan seyreder gibi seyretmeyeceğim. Onur'un mahvoluşunu gördüm, şimdi çekip gitmeyeceğim. Düşüşünü izledim, kalkışını da izleyeceğim. Bu merdivenlerden inerken yanındaydım, çıkarken de yanında olacağım. Mahvoluşuna dahil olduğum gibi, iyileşmesine de dahil olacağım. Öyle büyük bir borcu var ki evrenin bana, ben onun üzülüşünü gördüm, mutlu oluşunu da göreceğim.

''Sıçtık...'' Koridor duvarına yaslanan Burak'ın durum özetleyen cümlesiyle birlikte derin bir nefes aldım.

''Bir şey yapmamız lazım... Bir şeyler yapmamız lazım...'' Mert deliye dönmüş gibi yumruk yaptığı elini ağzına götürürken karşı koridordan buraya doğru ilerleyen Onur'un babası Erhan Bey'i gördüm. Burak'ı bakması için dürttüğüm sırada telaşla yanımızda durdu,

''Bu çocuk beni delirtecek! O söyledikleri neydi!''

''Erhan Amca, bak beni dinle. Onur iyi değil, onun burada kalmaması gerekiyor. Bir hastaneye gitmesi gerekiyor, duymadın mı neler söyledi? Sen çıktıktan sonra bizi resmen tehdit etti, sırf görüşmemizi yasaklasınlar diye. Kafayı yedi!'' Mert öfkeyle durumu anlatırken Burak araya girdi,

''Erhan Amca şu milletvekili tanıdıkla bir konuşsan, bir şekilde buradan çıkması lazım yoksa her şey daha kötü olacak.'' Onur'un babası başını saldırıp yıllardır aldığı bütün nefesleri verir gibi nefesini verdi,

''Şuan yapabileceği en büyük iyiliği yaptı bize, mahkemeyi ancak üç hafta sonraya verebilmişlerdi ama araya tanıdık sokarak üç gün sonraya aldırdı. Mahkeme 20 Haziran Pazartesi, saat 2'de. Ama bir şekilde mahkemede görüştüğünüzde onu bu cinayetleri inkar etmeye ikna etmek zorundasınız! Eğer olumlu konuşursa, eğer kararsız konuşursa iki cinayet de üstüne kalacak. Ben bu gece buradayım, tekrar görüşe alınmayı sağlamaya çalışacağım ama artık sizi almaları imkansız. Gidin, bir şeyler düşünmeden gelmeyin o mahkemeye! Oğlumla her kim oynuyorsa ona yedirmem oğlumu!''

Başımı eğdim çaresizce. Üç gün sonra gerçekleşecek bir mahkeme vardı, ve o gün her şeyin değişeceği gündü. 20 Haziran, bitişimiz ya da başlangıcımız... Oysa şimdi öyle zor geliyordu ki gözüme yeni bir başlangıç, sessizce koridorda yöneldim ağır ağır. Kimseye bir şey demeden. Burak ve Mert Onur'un babasıyla vedalaşırken yavaş yavaş yürüdüm yere baka baka. Hayatı yavaş moda alabilseydik, kendi yavaşlığına şaşırır geçmişe götürür müydü bizi? Şuan hayata dair en istediğim şey buydu çünkü, geçmişe dönmek ve tüm bu olanları durdurmak...

''Zeyno! Nereye?'' Burak koluma girdiğinde derin bir uykudan uyanmış gibi baktım yüzüne.

''Burak,'' diye mırıldandım, ''her şey mahvolacak...'' Havada tutmaya devam edemeyecekmişim gibi başımı göğsüne yasladım, Burak sıkıntılı bir nefes vererek bana sarıldığında Onur'un bana sarılışı geldi aklıma. Öyle bir his vardı ki içimde, sanki bir sokakta yürüyordum, ben adım attıkça yanından geçtiğim binalar yıkılıyordu... Ben yürüdükçe bütün sokak harabeye dönüyordu. Adım attığım her yer, birer birer mahvoluyordu.

Burak, Mert ve ben birlikte binadan ayrıldığımızda o harabeye dönen evlerden birileri de bizlerdik sanki. O kadar komik ki, birkaç hafta önce tek derdimiz kendi hayatlarımız, okulumuz, derslerimiz, ailelerimizdi. Oysa şimdi hayatımızın merkezinde cinayetler silsilesi var. Bir insanın, hayatının geleceği noktayı tahmin edememesi dünyanın en büyük komedisi.

''Keşke dünyaya çok yüksek bir tepeden bakabilsek, evlerin çatıları olmadan... Kim ne yapıyor görebilsek, kim kiminle, kim kimin peşinde, kimler ölüyor, kimler öldürülüyor...'' Mert'in cümlesini duyar duymaz başını kaldırdı Burak,

''Güzel şiir.''

''Abi ciddiyim, başka çaremiz yok. O gece orada olanları biz ne şekilde görebiliriz siktiğimin kameraları bile çalışmıyordu.''

''Kardeşim, bir şekilde birileri görmüş olmak zorunda ya. Kimse mi bir kız çığlığı duymadı aklım almıyor, kimse mi eli bıçaklı birini görmedi okulda...'' İçimi yiyip bitiren düşüncelerle yaptıkları konuşmayı dinlerken birdenbire dudaklarımı araladım,

''Benim size bir şey söylemem lazım.'' deyiverdim bir anda, bana şüpheyle ve bir o kadar da umutla baktıklarında saçımı kulağımın arkasına atarak konuşmaya başladım.

''Biliyorum, bunu size söylemediğim için bana çok kızacaksınız... Ama bir şey oldu... Önemli bir şey...'' Merakla kaşları çatıldığında yutkundum,

''Fragman verme Zeynep filmi göster!'' Burak'ın aceleci cümlesiyle birlikte başımı salladım.

''Bakın, depo olayı olmadan önce... Onur'u okulda aradığımız sırada... Bir el beni kolumdan tutup tenha bir köşeye çekti. İsmini söylemedi, yüzünü çok net göremedim, ama bana söylediği şey... çok önemli... Bana Onur'un düşmanı olduğunu söyledi. Çok eskiden yaşadıkları bir olay varmış, Onur yüzünden çok acı çekmiş. Şimdi bu cinayete tanık olduğunu, ve notları yazarak bize her şeyi anlatmaya çalıştığını ve Onur'un cezasını çekmesi için elinden geleni yapacağını söyledi. Yani... notları yazan... o... Onur'un bir düşmanı var.''

''Zeynep bunu bize neden anlatmadın!?'' Mert öfkeyle yumruk yaptığı elini ağzına götürdüğünde derin bir nefes aldım,

''Vakit mi vardı! Başımıza neler geldi görmüyor musun? Biliyorum, çoktan anlatmalıydım, ama her şey üst üste gelince beynim durdu...''

''Yalnız bu yalan,'' dedi Burak kaşları çatılı bir şekilde, ''Onur birinin canını yaksa, biri Onur'a düşman olsa biz bilmez miyiz? Bebekliğimizden beri tanışıyoruz. Üç yaşına kadar pek konuşmazdık, konuşmayı bilmediğimiz için. Ancak o dönemde birinin canını yakıp anlatmamış olabilir. Bu anlattığın her kimse, Onur'un düşmanı değil, Onur'a bu oyunu oynayanın ta kendisi.''

''Nasıl görünüyordu!?'' Beynimi zorladım o görüntüyü aklıma getirmek için.

''Uzun boyluydu, çok uzun... Simsiyah saçları vardı, gözleri simsiyahtı. Hayatımda gördüğüm en siyaha benzeyen siyahtı gözleri de saçları da. Zayıf sayılırdı.''

''Hayatım boyunca bu tarife uyan kimseyi görmedim. Onur'un hayatına böyle bir insanın girmiş olma ihtimali yüzde bir.'' Burak net bir şekilde bu çocuğun Onur'la ilgisi olmadığını söylediğinde Mert düşünceli bir şekilde yüzüme baktı.

''Onur'a sormak zorundayız.''

''Nasıl soracağız?'' dedim merakla,

''Mahkemede, onu gördüğümüz an, onunla konuşma fırsatı bulduğumuz an sormak zorundayız. Bu bahsettiğin, bizi cinayetin ya da bu oyunun gerçek sahibine götürecek. Şimdi, mahkemeye iki gün var ve hepimiz mahvolmuş haldeyiz. Özellikle sen Zeynep. Biz Burak'la yarın buraya tekrar geleceğiz, ama şimdi itiraz istemiyorum, eve gidip mahkemeye kadar insan gibi yaşayacaksın.''

Tüm itirazlarıma rağmen beni eve bırakıp mahkemeye kadar almaya gelmeyeceklerini söyledikten sonra beynimde bir ton düşünceyle girdim bomboş bir eve. Ne annem evdeydi, ne babam. Mutfağa girip masaya bırakılan bir tabak salçalı makarna, bir tabak tavuk sotenin yanındaki nota baktım, ''Anneannendeyiz, geç geliriz.'' Bir iki kaşık makarna yedikten sonra odama çıktım, duşa girip düşüncelerimden kurtulur gibi suyu saçlarımdan aşağı akıtıp rahatlamaya çalıştım. Su bedenimden aktıkça düşüncelerim azalır, akar gider sandım. Oysa bu bana sadece fiziksel bir rahatlık verdi, ruhsal değil. Duştan çıkıp pijamalarımı üstüme geçirir geçirmez önceden eski evimizde her akşam yaptığım gibi bir fincan çikolatalı kahve yaptım kendime. Odama çıkıp karanlık camı izledim yavaş yavaş... Yavaşlık, son günler boyunca en özlediğim şey buydu. Bir yerde oturmak, yavaş yavaş bir yeri izlemek, bir şeyleri yavaş yavaş yapmak... Son zamanlarda her şey o kadar hızlı geçti ki. Yürüyüşlerimiz hızlıydı, koşuşlarımız hızlıydı, konuşmalarımız hızlıydı, bir şeyleri düşünmemiz bile hızlıydı. Hızlı olmak zorunda hissediyorduk, yetişmek zorundaydık, bir şeyler bulmak zorundaydık. Şimdi ise aklımda kalan tek düşünce Onur... Şuan ne yapıyor olduğu, şuan ne hissediyor olduğu...

Karantina SerisiWhere stories live. Discover now