Toprak.

21.6K 1.2K 475
                                    


Toprağımı kınından çıkaran bir acıya boyun eğiyorum, avuçlarımın içlerine tırnaklarımı bastırıyorum. Babamın ensemin kökünde duran elinin verdiği acı hiçbir şeyle baş edemiyor.

Yine de susuyorum.
Hep susarım ki ben.

"Mektebe gideceksin, geleceksin. Tamam mı? Başını eğip gez. Kimselere bakayım deme...Kaç yıl bu okul hem? Erken bitiremiyo'n mu?" Cümlesinin sonuna doğru saçlarım ensemin dibinden çekiliyor; avuçlarımdaki acı bana yetmiyor, dudaklarımı ısırıyorum. Hafifçe küfredip, "Tövbe Tövbe!" diyor. Sonra saçlarımda avuçlarıyla biraz bekliyor. "Tamam mı lan? Çıktığın gibi gel!" diye diretiyor. Başımı sallıyorum. Hızlı hızlı. Eli ensemden çekilsin de beni bıraksın diye öyle hızlı sallıyorum ki başımı, beynim acıyor.

Sonra elini çekiyor. Arkasını dönüyor, giderken de kendi kendine söyleniyor. "Kızın okuduğu nerede görülmüşse!"

Çünkü kız dedikleri susup oturmalı, boynu kıldan ince olmalı.

Kapıdan çıktığım gibi yokuş aşağı yürüyorum. Hızlı hızlı. Cehennemim sokak sokak benden kopana dek yürüyorum. Neredeyse koşuyorum. Göğsüm yanıyor, içimse zemheriyle baş etmeye çalışıyor. Kundaktaki sancılarım, karnımda birer birer büyüyor.

Ben Gül. Leyla'nın geride bıraktığı ufak Gül. O Gül büyüdü, kocaman kız oldu. Eskiden kendisine siper olan ablası gittikten sonra, bin yaraya tek başına bir ev oldu. Sonra bir gün şans yüzüne güler gibi oldu. Annesinin aklı başına geldi zannetti Gül. "Eşref'im," dedi kadın. "Bırak okusun. Bize de bakar hem. Bir boğaz eksik olur. Ne edersen et, kabulüm." Kendimden vazgeçiyorum. O Gül'ün annesi o gün kadınlığından vazgeçiyor. Gül sanıyor ki annesi kendisi için ilk defa fedakarlık yapıyor. Oysa sadece kendisini düşünüyor.

Leyla'nın gidişi ardından geçen yıllarla beraber hazırlanmıştım. Resmim iyiydi, küçükken hep babamı kocaman bir canavar olarak çizerdim. Sonra kağıtları görmesin diye yırtardım. Ucu ucuna bir üniversiteye girdim. On sekizimde cehennemim dışında bir yere gidebildim. İlk senem boş geçti, okula gittim, geldim. Bundan ibarettim.

Limon Mahallesi'nin hemen aşağısındaki duraktan bir otobüse biniyor ve neredeyse on dakikada cennetime varıyorum. İnsan cehennemin ateşini on dokuz yıl boyunca tadarsa başka her yer cennet geliyor ona. Kurtuluşum, savaş meydanına düşen bir damla suyum burası benim.

Otobüsten indikten sonra gözlerim yerde ilerliyorum. Üzerimde bileğimin hemen üzerine kadar uzanan uzun bir elbise var. Kısa kollu, çiçekli elbisenin belinde bir de kuşak var. Bu elbise bana Leyla'dan kaldı. Onun gidişi ardından kalan tek şey oldu. Ondan geriye sadece elbiseleri kaldı. Babamın her giydiğinde kızdığı elbiseleri.

Üzerimdeki hırkayı çıkarıp çantamın içine koyuyorum, giriş kartımı okutuyorum, içeriye giriyorum. Bir yıldır buradayım ancak buraya hâlâ alışabilmiş değilim. Ben bu dünyaya alışabilmiş değilim, bu okul da neymiş?

Gözlerim yerdeki taşların rengini ezbere bilir. On beşinci adımda kırmızı bir taş vardır, kırk yedinci adımda da siyah lekeli bir taş. Sola doğru uzanan bahçenin taşları sarı, sağa doğru uzananlarınsa kırmızı. Yine aynı taşlara bakarak yürüyor belki bu sefer başka bir taş keşfederim diye düşünüyorum.

"Gül! Gül! Bekle!"

Duruyorum, başımı hafifçe kaldırıp yanıma gelen Sinem'e bakıyorum. O benim buradaki ilk ve tek arkadaşım. Nasıl olduğunu bilmediğim bir ezberle, bir senedir benimle. Sinem Ankara'dan gelmiş buraya. Sağlık sorunları nedeniyle geç başlamak zorunda kalmış. Ama atlatmış, ailesi çok destek olmuş ona. İyileşsin diye her şeyi yapmışlar. Öyle diyor Sinem. Derken de gülümsüyor hep.

GÜL DÖNÜMÜHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin