yıkımları onaran fırtınalar.

8.7K 781 257
                                    

İşte böyleydi. Başlardı ve biterdi. Tüm güzel masalların sonlarına konulması gereken bir nokta vardı. Er ya da geç insan bir şeylerin biteceğini kabul etmeliydi. Belki de bu masalı daha mutlu kılardı. Ama bir şeylerin biteceğini kabul ederek başlayabilir miydi insan? İçten içe o noktanın varlığından haberdar olsa da hep bir belki vardı. "Belki bu noktayı koymak zorunda kalmayacak kadar mucizevi bir şeyler yaşarım." Düşüncesi. Kendisine umut etme izni vermeyen ben bile böyle düşünebildim. Boran Yavuz ve onun bana hissettirdikleri zihnime giriş izni vermediğim şeylere serbest geçiş hakkı tanıyordu.

Güneş girmeyen odanın penceresindeki perde hafifçe kıpırdıyor. İçeriye giren yel üşütmüyor ama ürpertiyor. Kenarda duran büyük saksıdaki çiçeğin yaprakları kıpırdıyor. Güneşin yüzünü çok sık görmeyen çiçeğin yaprakları sereserpe bir vaziyette duruyor. Bu da bana bir çiçeğin yüzünü göstermesi için güneşi sürekli görmesine ihtiyacı olmadığını düşündürüyor. Kendimi düşünüyorum sonra. Küçük mahalleme hiç doğmayan güneşlerin, penceresinden gün ışığı almayan bir odada nasıl doğduğunu düşünüyorum. Burada karşılaştığım bir güneş var. Ve o bana yıllar boyu karanlıkta kalışımı unutturuyor.

Günler olması gerektiğinden daha hızlı geçiyor. İnsan ne zaman günleri saymaya bıraksa bir anda akıp gidiyor zaman. Ben zamanı avuçlarımın içinde tutmaya çalıştıkça zaman kapının altından kaçıp gitmeyi beceriyor.

"Yüzünü dökme küçük kız."

Sesi bir anda güneş görmeyen odanın içinde yankılanıyor. Kısık sesle konuştuğu halde olduğum yerde sıçrıyorum ama bakışlarımızın buluştuğu o üç saniyede kalbim korkudan hızlanmak yerine heyecandan hızlanmayı seçiyor. Boran oturduğum koltuğun yanına gelirken melodik bir sesle devam ediyor. "...Yaşamın anlamını bul. Sonra dinle kendini. Yolunu bil."

Elindeki bardağı masanın üstüne bırakıp yanıma oturuyor. Ben de koltukta ona doğru dönüyorum. "Sen buldun mu?" diye soruyorum. Onunla bu halde olmanın verdiği o tada olan bağımlılığım son bulmuyor. Sürekli sesini duymam gerekiyormuş gibi, sürekli bir demesi gerekliymiş gibi. Onunla geçen hiçbir an boş geçmemeliymiş gibi.

Arkasına yaslanıp bir kolunu arkamıza doğru atıyor. Başını kolunun üstüne yaslayıp gözlerini yüzüme dikiyor. Dudaklarında yarım bir gülümseme var. Ama gözleri tamamlamıyor gülümsemesini. Başının yanına doğru yatıyorum ben de başımı. Koltukta birbirimizin yüzlerine doğru dönüp öylece duruyoruz. "Hala arıyorum," diyor sonra. "Parça parça tamamlanacak gibi duruyor."

"Dinledin mi kendini?" diye soruyorum bu sefer şarkının devamını düşünrek. "Yolunu bildin mi?"

Aramızdaki kısa mesafeyi biraz daha aşıyor. Şimdi burunlarımızın ucu birbirine değiyor. Tatlı, ılık nefesi yüzümü santim santim tarıyor. "Dinledim sanırım." Kafası karışmış bir ifade takınıyor. "Bir sürü ses vardı, birininki çok yüksekti. Ben de onun peşine takıldım."

"Ne diyordu?"

Biraz daha eğiliyor bu sefer. "Diyordu ki..." Dudaklarını uzatıp yanağıma bastırıyor. "Bu gözleri ellerinle çizsen, ellerinle yerleştirsen, yıllarını versen...Silip silip yeniden çizsen... yine de böyle bakmasını sağlayamazdın."

Sözleri tenime alev misali çarpıyor. O an içimde binlerce şey oluyor. Sanki bir sürü doğa olayı aynı anda gerçekleşiyor. Kalbim bir çığın altında kalıyor. Göğsümde bir volkan patlıyor. Rüzgar kaburgalarımın arasına saplanıyor. Bu kadar çok şeyi aynı anda hissedebilmenin mümkünlüğünü düşünmüyorum. Dudaklarım söyleyemediklerimle kuruyor. Aralarından ufak bir nefes kaçıyor. Gözlerinin içine doğru bakıyorum. Bir şeyler demek istiyorum. Ona o kadar çok şey demek istiyorum ki. Bu zamana kadar hiç söylenmemiş cümlelerimin sonunda sandığın altından çıkmasını istiyorum. Sakladığım her şeyi ortaya döküp yerlerini boşaltmak, boşalan yere de onu iliştirmek istiyorum.

GÜL DÖNÜMÜHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin