YAS

1.4K 39 31
                                    

YAS

​İpek yavaş hareketlerle masasının başından kalkıp ofisinin köşesindeki geniş deri koltuğa yürüdü. İçindeki melankoliyi yüzünden silmeye çalışıp kendini kanepeye bırakırken kapıya bir bakış attı. İş gününün sonuna gelmişlerdi ancak hala inatlaşılması gereken birkaç konu kalmıştı. Saat neredeyse gecenin onuydu. Normal bir günde İpek bu saatlere kadar kendini çoktan hastanenin dışında bir yerlere atmış olurdu. Yıllar önce fark ettiği üzere bu gibi günlerde kendini üzerinde tam kontrolünün bulunduğu işlere verdiğinde içindeki histeri eğilimini kontrol altına alabiliyordu.
​Ofisi neredeyse karanlık sayılacak kadar loştu. Geniş camlardan giren ışık dışında yalnızca kapı jaluzisinden sızan koridorun aydınlatması sızabiliyordu içeriye. İpek gözünü jaluziyle maskelenmiş kapıya dikti. Çıkıp gitmeyi düşündü; yeterince enerjisi yoktu. Yalnızca, oturduğu yerde görünmez olmayı diledi. Günün yanlış kararıyla baş edecek gücü kendinde bulamıyordu.
Bugün hastanede olması doğru bir karardı. Hatta hayatını kurtaracak kadar doğru. Çalışması da doğru bir karardı. Bu şekilde karın boşluğuna yerleşmiş ölüm soğukluğunu bir parça da olsa görmezden gelebiliyordu. Bugünün yanlış kararı Ateş ile baş etmeye çalışmaktı.

​Artık bomboş olan yönetim katında yankılanan ritmik tıkırtı kulaklarına ulaştığında oturuşunu dikleştirdi. Derin bir nefesle kendini toparlayıp gardını aldı. İnce adamın gölgesi jaluzinin üzerine düştüğünde İpek; Ateş'in kendisini karanlıkta fark edemeden geri dönmesini diledi.
​Gölge, kapının önünde bir saniye durakladı. Bu görüntü İpek'e izlediği psikolojik gerilim türündeki sahneleri hatırlatmıştı. Kadının kollarındaki tüyler diken diken olurken İpek kontrolsüz bir şekilde gerildiğini hissetti. Gelenin kim olduğunu gayet iyi biliyordu. Ama bu yaşadığı düşük şiddetli paniğin önüne geçmesinde yardımcı olmuyordu. İpek'in gözünde boş hastane odaları ve yanıp sönen harekete duyarlı tavan aydınlatmaları bir geçit alayı halinde sıralanırken parmaklarını birbirine kenetleyip omuzlarını dikleştirdi.
​Kapı geriye doğru savrulup açılırken İpek irkilmemek için bütün varlığıyla savaşmıştı. Profilden vuran koridor ışığı içeri bakınan Ateş'in yüzünü aydınlatıyordu.
​"Ne oldu? Fotofobin için mi çağırdın beni."
​İpek sol şakağında başlayan zonklamayı görmezden gelmeye çalıştı.
​"Ne saçmalıyorsun Ateş Allah aşkına?"
​Ateş tepki vermeden yürüyüp İpek'in ofis koltuğuna yerleşti.
​"Diyorum ki, İpek hocam. Batıyor muyuz. Neden kendini bööyle karanlıklara bıraktın. Ev sahibin seni evden mi attı. Neden bu saatte buradasın."
​Ateş soru olmayan sorularını sıraladıktan sonra İpek'in masasında duran kurabiyelerden birini ağzına attı.
​"Neden o koltukta olmadığım her an o koltukta olmaya çalışıyorsun Ateş. Yani koltuğu sevdiysen alıp götür. Ofisinde deli bilim adamı taklidi yaparken falan kullanırsın."
​Ateş bir süre işaret parmağı havada ağzındakini çiğnedi.
​"Neden olacak. Baktım sen yine sen olmaktan vazgeçmişsin; ben de fırsat bu fırsat; sen olayım dedim fena mı işte."
​İpek hiç ilgilenmediğini gösterir bir tavırla konuştu.
​"Öyle mi."
​Ateş İpek'in protestosunu umursamadan masadaki cam şişeye uzandı.
​"Şimdi İpek hocam. Ben sen olduğuma göre bu suyu ben olmayan başka biri için hazırlamışım demektir. Ama ortalıkta eski ben olacak potansiyelde kimse olmadığı için bu su ziyan olacak. Dolapdere'den rica edebilirdik ama kendisini biraz önce postaladığıma göre şöyle düşünüyorum. Sonuçta sen bu suyu eski ben için hazırladığında ben eski bendim; sen de sendin. Buna dayanarak müsaadenle ben bu suyun ziyan olmasının önüne geçmek istiyorum."
​Ateş saçma derecedeki uzun ve anlamsız açıklamasının sonuna geldiğinde içinde elma dilimlerinin yüzdüğü suyu kafasına dikti.
​İpek, Ateş'in açıklamasını savuşturmak için içini çekip oturduğu koltuktan ayaklandı. Yavaş adımlarla gelip Ateş'in her zamanki koltuğuna oturduğunda tane tane konuştu.
​"Ben o suyu ben için hazırlıyorum. Sen de şu anda ben olduğuna göre; suyunu içebilirsin."
​Ateş şişeyi ağzından çekip gözlerini İpek'in yüzünde sabitledi.
​"Oraya oturduğuna göre sen de ben! Olmaya çalışıyorsun ama daaattt! Başarısız bir girişim. Ben, yani sen olmayan ben, odamda karanlıkta oturarak dağ gibi büyüttüğüm sorunların beni kanser etmesini beklemezdim."
​Ateş eliyle havada bir şeyi kesiyormuş gibi vahşi bir hareket yaptı.
​"Neyse o problem; söker atardım."
​İpek uğradığı soğuk duş etkisiyle yerinde dikleşti. Ateş'in, kendi tıbbi kayıtlarını kurcalıyor olması ihtimaliyle dehşete düşmüştü.
​"Sen ne söylemeye çalışıyorsun."
​Ateş'in dikkatli gözleri İpek'in yüzünde gezindi. İpek röntgen etkisiyle baş etmeye çalışarak yerinde kıpırdanmamayı denedi. Kuruyan dudaklarını yalamamaya çalışarak konuştu.
​Bu saat olmuş hala buradasın; sabahtan beri seni çağırıp duruyorum ve sen damlamak için gece yarısı olmasını bekliyorsun. Sonra da masama kurulup anlamsız cümleler kuruyorsun. Çok doğru bir soru sorduğumu düşünüyorum. Öyle vakalarından biriymişim gibi beni incelemeyi keser misin lütfen?"
​Ateş sağ elinin işaret parmağını ufak ufak şakağına vurmaya başlamıştı.
​"Yok yook. Var sende bir numaralar ama. Bakçez. Çıkar kokusu yakında."
​İpek gözlerini Ateş'in gözlerine dikip tane tane konuştu.
​"Bende bir numara yok. Önümüzdeki hafta Ankara'ya gidiyoruz. Bunu söylemek için bütün gün kovalamaca oynattın bana hastanede."
​Ateş anlamazdan gelerek gözlerini kırpıştırdı.
​"Vaay. Kıyak diyorsun yani. Kim kim gidiyorsunuz?"
​"Sen ve ben. Ankara'ya bulaşıcı hastalıklar konferansına gidiyoruz. Sen orada Covid19 ile ilgili bir mRNA sunumu yapıyorsun. Hem öğrenciler mutlu oluyor; hem ben mutlu oluyorum; hem bağışçılar mutlu oluyor hem de tıbbi tanı departmanı mutlu oluyor. Yeterince açık oldu mu?"
​Ateş yapmacık gülüşünü suratına yapıştırdı.
​"Nedir. Maske tak, elini yıka, kimseyle görüşme. Bunun için taaa Ankara'ya mı gideceğiz şimdi İpek hocam. Kullandığımız yakıta yazık..."
​İpek Ateş'in sürüp giden konuşmasını dinlermiş gibi yaparken içindeki sıkıntının göğüs kafesine yaptığı baskıyı görmezden gelmeye çalışıyordu. Ateş kapıda göründüğünde yaşadığı mantıksız dehşet anının soğukluğu hala oralarda bir yerlerde üzerine gelmek için hazırlanıyor gibiydi. Bu konuşmayı bir an önce bitirip evine gitmek istiyordu. Kendini bir örtüyle sarıp sakinleşmeye ihtiyacı vardı.
​Aklından bunlar geçerken belli belirsiz, Ateş'in laf salatasını bitirdiğini fark etti. Yetiştirecek uygun lafları arayarak adamın yüzüne baktığında aklında koca bir yabancılık hissinin doğduğunu hissetti. Karşısında oturanın kim olduğunu biliyordu elbette. Yabancılığı ya da korkusu güvensizliğinden ileri gelmiyordu. O anda,  o gece boyunca korkmadığı kadar korktu. Etrafındaki dünyaya karşı hiçbir duygu geliştiremiyordu. Sanki birisi duygularının şartelini indirmiş gibiydi. Yaşadığı çaresizliği gizleyebilmek için aklına gelen ilk cümleyi havaya bıraktı.
​"Eğer o konferansa gitmezsen seni kovarım."
​Ateş alayla gülüp İpek'in önündeki kum saatine uzandı.
​"Gerçekçi bir tehdit savurduğun anda pazarlığı başlatacağım."
​"Pazarlık falan yok. Eğer bu hastane için kılını bile kıpırdatmayacaksan burada işin yok demektir. Ciddiyim. Ya konferans ya muhasebe. Birini seç."
​İpek yerinden kalkıp portmantoya yürüme bahanesiyle Ateş'e sırtını döndü. Bu zihinsel durağanlığın sebebini tahmin edebiliyordu ancak o anda bunlara kafa yorarak vakit kaybetmek istemiyordu. Kendini güvenli bir şekilde evine kapattığında beynine attığı kazığı etraflıca düşünüp dehşete düşecek vakti olacaktı.
​Ceketini üzerine geçirip askıdaki çantasına uzandı.
​"Ezgi'ye plazmaferez uygulayacağım."
​İpek Ateş'i dinlemek için durduğu kapı eşiğinde bedenini hafifçe odaya çevirdi.
​"İstediğini yapabilirsin. Bu hastanenin doktoru olarak kaldığın sürece."
​Başka bir şey söylemeden kapıyı arkasından çekti. Düzenli topuk seslerini dinleyerek asansöre yürüdü. Otopark katına indiğinde çantasında titreyen telefonunun sesiyle irkilip elini cırıl cırıl öten cihaza uzattı. Ekrandaki isme bakıp içini çekti.
​"Pazarlık yok."
​"Diyorum ki İpek hocam. Akşama kadar çalışmaktan imanımız gevredi bee? Uyku saatin gelmeden bir kayıntı yapalım kendimize diyorum."
​"Ateş. Gerçekten çok yorgunum. Sonra yeriz."
​"Tan, tu, ni. Bu dünyada yok edemeyeceği yorgunluk yoktur. İyi bilirsin. Haydi be? Midem kazındı vallahi konuşurken. Sen bekle ben de geliyorum. Sonra gider çekersin güzellik uykunu. Biliyorum bugün özellikle daha fazla ihtiyacın var güzellik uykusuna. Halinden bel..."
​İpek telefonu kulağından indirip hırsla ekrana dokundu. Hızlıca arabasına ilerleyip kendini şoför koltuğuna attı. Kontağı çevirip arabayı çalıştırdı; ayağı gaz pedalında kararsızca durdu.
​Ateş bunalımlarını paylaşabileceği biri değildi. O akşam birlikte vakit geçirme fikrinden emin olamıyordu ama evin uğursuz sessizliğinde bir başına kalma fikri de içini ürpertiyordu.
​Arabasında oturmuş bir karara varmaya çalışırken yan aynasına yansıyan ışıkla dikkatini görüntüye verdi. Arkasında kalan asansör kapısı açılmıştı. Ateş elindeki bastonuna yaslanarak ona doğru yaklaşıyordu. İpek hiç kıpırdamadan adamın aynanın dibine kadar girmesini bekledi. Şimdi yansımada yalnızca Ateş'in hardal rengi ceketinin bir kısmı görünüyordu. İpek birkaç saniye daha aynadaki yansımaya bakıp hareketlendi. Kapısını açıp koltuğundan aşağı kaydı. Ateş'in yüzüne hiç bakmadan elindeki bastonu alıp arabanın dolaşarak yolcu kapısına ulaştı. Ateş kendini şoför koltuğuna çekerken İpek de koltuğuna yerleşip kemerini taktı.
​Ateş arabayı hareket ettirip yola çıkarken odadaki konuşmalarını devam ettiriyormuş gibi konuştu.
​"Ovulasyon dönemindesin."
​İpek gözlerini yoldan çekip Ateş'e baktı.
​"Seninle güvenli olmayan seks hakkında konuşmamı beklemiyorsun her halde Ateş."
​Ateş sırıtarak kafasını iki yana salladı.
​"Ovulasyon döneminde benimle pazarlığa tutuştuğunda karlı çıkmam daha kolay oluyor."
​İpek artan asabiyetini maskelemeye uğraşarak karşılık verdi.
​"Bu önermeni insancaya çevirerek tekrarlıyorum. Bugün diğer günlerinden farklı davranıyorsun İpek. Ne olduğunu merak ettim. Ayrıca, yöneticilik görevimi üreme dürtülerimden etkilenerek yerine getirdiğim imasını da tamamen duymazdan geliyorum. Biraz canım sıkkın ve bilgin olsun diye söylüyorum saçma sapan laflarına tahammül kredimin eşiğindesin. Doğru düzgün davran yoksa seni arabamdan atarım."
​"Bu ne yahu. Hastanemden atarım, arabamdan atarım. Yerde ararken, gökte ararken, yerde ararken. Hem ben sana hastaneyi yönetirken üreme güdülerini dinliyorsun demedim. Benimle, pazarlık masasına otururken üreme güdülerin tarafından manipüle ediliyorsun dedim. İkisi arasında fark var."
​"Üreme güdülerim üzerine yaptığın çıkarımlar bittiyse şu plazmaferez saçmalığına gelebilir miyiz?"
​Ateş boştaki elini havada savurdu.
​"Ne. Nesini konuşacağız plazmaferezin? Avantajlarını dezavantajlarını mı tartışacağız?"
​"Hastanın otoimmün olmadığını sanıyordum."
​"Guillain Barre. Kızda Guillain Barre var."
​İpek başını koltuğun arkalığına yaslayıp gözlerini kapattı.
​"Nasıl biliyorsan öyle yap."
​Ateş sinir bozucu üflemelerinden birini koyuverdikten sonra konuştu.
​"İyi be tamam. Ne sanki. Gideriz nereye gidilecekse."
​"Efendim?"
​"Efendim ne efendim. Konferansı diyorum. İyi olur gidelim. Ne olacaksa gidince."
​"Keyfin bilir Ateş. Dediğim gibi. Ya kovulursun, ya da konferansa gideriz."
​"Sen bana kıyamazsın."
​İpek kendini yoklayarak düşündü. Üzerindeki hissizlik bulutu hala olduğu yerdeydi.
​"Bunu denemek için doğru bir zamanda değilsin Ateş. Şansını zorlama derim ben."
​Ateş'in kontağı kapatmasıyla beraber arabanın içine dolan sessizlik İpek'in teninin açıkta kalan yerlerinden içeriye sızıyordu.
​"Haydi bakalım İpek hocam. Tantuni zamanı!"
​İpek Ateş'in enerjik çıkışıyla yerinde doğrulup kemerine uzandı. Arabadan inip şoför kapısına yürüdü. Dışarı çıkan Ateş'e bastonunu uzatıp arkasına bakmadan piknik masalarına doğru ilerledi.
​"Neden karanlıkta oturuyordun?"
​İpek elindeki bardaktan bir yudum çay aldı.
​"Fotofobim var."
​"Hayır. Yok."
​"Bilemiyorum. Sanırım tanı departmanımın başındaki herifi gerçekten kovmam gerekiyor çünkü bu akşam kendisi söyledi fotofobim olduğunu."
​"Hadi be İpek. Lafı ağzından çıkartana kadar inletiyorsun adamı."
​"Yani Ateş; sana inanamıyorum. Etrafındaki insanları mental anlamda çürütene kadar durmuyorsun. Sonra sen aynı insanlara yakınlık göstermeye karar verdin diye sana düzgün davranmalarını bekliyorsun."
​Sessizlik içinde geçen yemek faslının ardından çaylarını içiyorlardı. Şehrin gürültüsünden uzak; yeşil bir alan üzerine kurulu bir yerdi oturdukları tantunici. Karanlığın altında oturuyorlardı. Zaman zaman İpek'e gökyüzü saçlarına dokunuyormuş gibi hissettiren bir rüzgar esiyordu.
​"Peki, o zaman şunu söyle. Seni bu hale getiren şeyin ne olduğunu hiç mi anlatmayacaksın yoksa bana hiç benlik olmayan şeyleri hiç içimden gelmeden yaptırdıktan sonra anlatmayı düşünür müsün?"
​İpek elindeki bardağı yavaşça masaya bıraktı. Boğazına yükselen safranın tadını hissedebiliyordu. Bütün akşam boyu kendisini takip eden güvensizlik hissi yeniden yakasına yapışmıştı. Burada olmaması gerekiyordu. Karşısındaki adamı bütün çıplaklığıyla ilk defa görüyormuş gibi dikkatle inceledi.
​"Sana inanamıyorum Ateş. Bunu yapmak zorunda değilsin. Madem senin için bu kadar anlamsız. Neden takıldın peşime de gece yarısı oturduk tantuni yiyoruz söyler misin?"
​"Anlamsız değil. Yalnızca öyle ya da böyle zaten anlatacağın dertlerini ne kadar bir uğraşın sonrasında su yüzüne çıkartabileceğimi merak ediyorum."
​"Çaba. Öyle mi? Peki, ben doğrudan anlatayım istersen sana. Yormayalım Ateş hocamızı. Gerçi sen tıbbi kayıtlarımı kurcaladığın için neden bu halde olduğumu gayet iyi biliyorsun. Bir an önce benden de duy ki bilmezden gelmek için daha fazla çaba harcamak zorunda kalma."
​"Senin tıbbi kayıtlarını kurca..."
İçimde bir ceset var. Hani biraz önce tantuni yedik ya. İşte vücudum şu anda o tantuniyi bir cesedi besleyebilmek için işliyor. Üç gündür bir cesetle uyuyup bir cesetle uyanıyorum. Yarın da dekanı olduğum fakültenin hastanesine yatıp yirmi haftalık cesedimi aldırmam gerekiyor. Yeterince açıklayıcı olabildim mi?"
​Sözünü bitirip ayaklandı. Durgun adımlarla arabasına yürüyordu. Ağzından çıkanların pişmanlığının içini kaplamaya başladığını hissediyordu. Hata ve hata ve hata. Kollarını bedenine sarıp soluklarını bir düzen içerisinde alıp vermeye çalıştı. Arabasına ulaştığında büyük bir çabayla kendini şoför koltuğuna çekip kontağı çalıştırdı.
​Karanlık yolda ilerlerken yaşadığı hayal kırıklığını kafasında evirip çevirmeye başladı. Ateş kendinden beklenmesi gerekeni yapmıştı. Ne bir eksik ne de bir fazla. İpek bu zamana kadar Ateş'in daha sert ve daha acımasız saldırılarına çok daha soğuk kanlı tepkiler vermişti. Çoğu zaman psikolojik şiddete kadar varabilen küçük düşürme girişimlerini rahatsız edici bir sineği kovalarcasına rahat bertaraf etmiş olmanın getirdiği öz güvenle bu akşam da baş edebileceğini düşünmüştü. Görüldüğü üzere bu büyük bir hataydı.
​Ateş ile geçirdiği yılların bir getirisi olarak İpek, adamın kabalıklarının altında saklanmış ifadeleri sanki o kabalıklarla hiç maskelenmemişçesine net bir şekilde görebiliyordu. Ateş'in bir şeyler söylerken aslında bambaşka şeylerden bahseden tavırları İpek'in hayatının koca bir bölümünü oluşturuyordu. İpek bu hal ve hareketlerden zaman zaman şüpheye düşse de bu konular üzerinde fazla kafa yormamayı seçiyordu. Arada sırada yanlış anlaşılmak; Ateş gibi birinin en baştan kabul etmek zorunda olduğu bir riskti. Muğlak davranışlar sergilerseniz, muğlak karşılıklar alırdınız.
​Kırmızıya dönen trafik ışıklarında frenleyerek caddede karşıdan karşıya geçen gence gözlerini dikti. Sırtındaki koca çanta ile evini yanında taşıyan bir kaplumbağaya benzeyen genç, bir tavşan süratiyle kendini karşı kaldırıma attığında yol tamamen boşalmıştı. İpek, ayağı gaz pedalında tereddütle düşündü. Saat gece yarısına yaklaşırken bomboş bir caddede ışığın yanmasını beklemek, Ateş'in davranışlarına iyimser kılıflar uydurmaya çabalamak kadar boş bir uğraşmış gibi görünüyordu.
​Düşünceleri tekrar Ateş'e yoğunlaşırken trafik ışığı önce sarıya, ardından da yeşile döndü. Yavaşça hareketlenip boş caddede ilerlemeye başladı. Az önce oturduğu piknik masasının bıraktığı his hala yakınlarda bir yerlerde asılı durarak huzursuzluğunu arttırıyordu. Ateş ile ilk karşılaştığı zaman bile bu akşamki kadar yabancı hissettirmemişti.
​Ateş İpek'in staj sorumlusu olarak belirlendiğinde İpek beşinci sınıftaydı. Ateş ise fakülteden yeni mezun olmuş, bulaşıcı hastalıklar bölümünde asistanlığa başlamıştı.
​"Hahaa! Seni de mi benim grubuma vermişler?"
​İpek Ateş'in küçük ofisine girip elindeki programı onaylatmak için kendisine uzattığında aynen böyle söylemişti.
​"Evet efendim."
​İpek'in söyleyebileceği tek şey buydu. Hekimoğlu'nun kötü ünü alt sınıflarca biliniyordu. İpek adama bulaşmadan olabildiğince hızla işini halledip oradan uzaklaşmak istiyordu.
​"Eveet. Bakalım bakalım."
​İpek birkaç adım gerileyip genç adamın programını incelemesini bekledi.
​"Sıralaman doğru görünüyor. Zaten bunu da beceremiyorsan liseye geri dönmeni tavsiye ederim."
​İpek bir ayağını sessizce yere yere vurarak yavaş hareketlerle kaşesini programa basan Hekimoğlu'nu izlemişti.
​"Enfeksiyon stajında görüşürüz."
​Kağıdı İpek'e uzattıktan sonra başkaca bir şey söylemeden sanki kız hiç orada yokmuş gibi işine dönmüştü. İpek küçük ofisten ayrılırken enfeksiyon stajının hiçbir zaman gelmemesi için faydasız bir yakarış göndermişti.
​Kasılan midesiyle anılarından sıyrıldı. Karnına giren kramplarla beraber midesi de ağzına doğru yükselişe geçmişti. Kendi kendine söylenerek arabasını kaldırım kenarına yanaştırıp kendini hızla dışarı attı. Kusma dürtüsüne karşı koymaya çalışarak ağzından derin nefesler alıyordu. Yer ayaklarının altında gidip gelmeye başladığında olduğu yerde diz çöküp ellerini kaldırımın soğuk taşlarına yasladı. Boğazına yükselen safra tadıyla beraber midesinde ne varsa kaldırıma çıkarmaya başlamıştı.
​Midesindeki vahşi kasılmalar hafifleyip durduğunda başını kaldırdı. Tepesinde dikilen gölgeyi fark ettiği anda kendini geriye attı.
​"Şey... Affedersiniz. Korkutmak istememiştim."
​İpek saçlarını geriye sıvazlayıp ayaklanmaya çalıştı. Kusmaktan yaşaran gözlerini kırpıştırıp karşısındaki kadına baktı. İnce yapılı; ufak tefek bir kadın, kaldırımın ortasında durmuş İpek'e bakıyordu.
​"Belki yardıma ihtiyacınız vardır diye düşündüm."
​Kadın gülümseyerek elindeki mendili yavaşça İpek'e uzattı.
​"Şey... Teşekkürler. Güvenilir olmayan bir yerden akşam yemeği yedim. Mideme dokundu sanırım."
​İpek öne bir adım atıp kadının elindeki mendili aldı. Yüzünü temizleyip burnunu sildikten sonra tekrar kadına baktı.
​"Tekrar teşekkürler. Arabam burada. Geri kalanını halledebilirim."
​Kadın İpek'e gülümseyip başını salladı.
​"Peki. Size iyi akşamlar. O zaman."
​"Size de."
​İpek kadının çantasını düzeltip kaldırım boyunca yürüyüşünü birkaç saniye izledikten sonra hızlı adımlarla arabasına yürüdü. Arka koltuktan aldığı suyla ağzını çalkaladıktan sonra üzerini kontrol etti. Saçının ucu batmıştı. Başka bir peçete kullanarak olabildiğince temizlemeye çalışırken bir anda boş verip arabasını tekrar çalıştırdı.
​"Mineyi dinlemem gerekirdi."
​Kendi kendine homurdanırken bahçe merdivenlerinden dış kapıya tırmanıyordu. Korkaklık etmeden kürtajı o gün yaptırsaydı kendi mide içeriğinin kokusuyla bir yolculuk yapmak zorunda kalmayacaktı. Bedeni cansız cenini reddediyordu. Bulantı ve dengesizlik hali bu yüzdendi. Tüm risklere rağmen bir gün daha onunla kalmak istemişti. Bunun hiçbir anlamı yoktu. Düşününce biraz da psikopatça geliyordu. Ama gerçeği öğrendikten hemen sonra bedenine müdahale edilmesi fikrine katlanamamıştı. Yalnızca bir gece daha istemişti. Kaybını tam anlamıyla idrak edebilmek için bir gece daha...
​Üzerindeki kıyafetlerden kurtulup kendini kaynar suyun altına atarken bebek sahibi olabilmek için harcadığı bütün zamanı ve çabayı düşünüyordu. Bu, İpek'in dördüncü tüp bebek denemesiydi. Diğer üçünden haberdar olan annesi, Ateş ve Orhan'ın İpek'in son denemesi hakkında hiçbir fikirleri yoktu. Yaşayacağı yeni bir başarısızlığı kimseye açıklamak istememişti.

​İlk üç denemesinden sonra gelen hüsran çok hızlıydı. İlk embriyo tutunamadığında İpek bunu sorun etmemişti. Bu, tedavinin yüksek ihtimalli sonucuydu. İkinci denemesine kadar geçen zamanda vitamin takviyeleri kullanarak; düzenli spor yaparak ve bir diyetisyenle çalışarak bedenini sürece tam anlamıyla mükemmel bir şekilde hazırlamıştı. Operasyonun başarısına olan inancını yüksek tutarak motive olmuş şekilde ikinci transferi gerçekleştirmişti. Ancak bu macera da iki hafta sonra üzücü bir şekilde sonlanmıştı. İpek yüzünde patlayan hayal kırıklığının tadını bugün bile hatırlıyordu. Üçüncü denemesi de birincinin akıbetine uğradığında tamamen vazgeçmeyi düşünmüştü. Yeterince yıpranmıştı. Kendini daha fazla hırpalamanın bir anlamı yoktu ama kafasındaki küçük ses bir türlü durmuyordu. Ya bir dahaki sefere olacaktıysa ve o vazgeçtiği için bu şansı sonsuza kadar kaçırırsa?
​Dördüncü denemesini büyük gizlilik içinde gerçekleştirmişti. Kıbrıs'ta olduğunu annesine bile haber vermemişti. Hiçbir umudu yokken yalnızca keşke dememek için gerçekleştirdiği girişim ilk defa olumlu sonuçlar vermişti. Önce ilk hafta derken ilk bir ay sağlıklı bir şekilde bitmişti. İkinci ayın sonunda bebek hala karnındaydı ama İpek bunu dillendirmekten ısrarla kaçınıyordu. Kimseye söylemediği için başarılı olduğuna dair garip bir inanca kapılmıştı.
​Parmaklarını saçlarından geçirerek köpükten arınmalarını sağlarken birkaç ay önce yaşadığı mutluluk balonunu düşündü. Ateş'e bile iyi davranmak istiyordu o zamanlar.
​Üçüncü ayı bittikten sonra yakın çevresine açıklayacağına dair kendine söz vermişti. Yapmadı. Ne üç ay sonra ne de dört ay sonra. Kimseye bir şey anlatamadı. Biraz daha zaman geçmeli. Her şeyin yolunda olduğundan kesinlikle emin olmalıyım, diye düşünüp duruyordu.
​O günün sabahına kadar her şey yolundaydı. Rutin kontrol için tek sırdaşı olan jinekolog arkadaşı Mine'nin ultrason başlığını karnında gezdirirken yüzünde oluşan ifadeyi görene kadar, her şey yolundaydı. İpek bakışlarını arkadaşının yüzünden çekip monitöre çevirmek için bütün iradesini kullanmıştı. Mine'nin yüzüne yayılan umutsuz ifade İpek'i hiç olmadığı kadar korkutmuştu. Monitörde gördüğü şey bütün gerçeği olduğu gibi gözlerinin önüne sererken yüzündeki karıncalanmayı hissetti. İnkar bütün bedenini kaplarken gördüğü tek şey kesesinin içinde kolları iki yana açık, hareketsizce süzülen bebekti.
​Ultrason görüntüsünü aklından silmeye çabalayarak şömineye dizdiği odunları bir çıra yardımıyla tutuşturdu. Sehpadan aldığı kupasıyla kanepeye büzüşüp battaniyesini üzerine çekti. Bütün gece boyunca hafif hafif hissettiği ürperti yerini inceden bir titremeye bıraktığında şömineyi yakmanın iyi bir fikir olacağını düşünmüştü. Hem böylelikle duyguları ve bilinci arasındaki duvar yıkıldığında karanlıkta olmaktan da kurtulmuş olacaktı. Bu durumun uzun sürmeyeceğini bildiğinden tetikte bekliyordu.
Çıtırdayarak yanan odunları izlerken teknik olarak bir cesetle aynı ortamda bulunduğu fikri yeniden aklının kenarından kafasını uzatmıştı. Bu fikrin getirdiği ürperti hissi karın boşluğunda büyüyordu. Meslek hayatı boyunca ölü insanlarla haşır neşir olmuştu. Tek sorun ölü insanın rahminde bulunuyor olmasıydı. Hayır. Tek sorun ölü insanın kendi oğlu olmasıydı.
​Bu düşünceyle beraber yüzünden aşağı inen yaşları silmek için hiçbir girişimde bulunmadı. Göğsü kör bir testereyle ortadan ikiye kesiliyormuş gibi hissediyordu. Acıyla baş etmenin yollarını ararken elindeki kupayı şömineye fırlattı. Oturduğu yerde cenin pozisyonu alıp elleriyle başını kavramakla yetindi. Bir adım daha atıp bir nefes daha alacak isteği ve enerjisi kalmamıştı. Koskoca salonda; koskoca dünyada; milyarlarca kişinin arasında ölü oğlu ve kendisi; kendi yaslarını tutuyorlardı.
​Bir damla daha yaş akıtamayacak hale geldiğinde kanepede yatıp ateşi izlemeye devam etti. Acı göz yaşlarıyla kendine bir çıkış yolu bulduğundan hüzün; kendisine açılan yerde serbestçe dolaşıyordu. Bütün vücudu hüzünle dolmuş gibi ağırlaşmıştı. Ellerini belli belirsiz çıkmaya başlamış olan karnının üzerinde birleştirip içerideki varlığı hissetmeye çalışıyormuşçasına bastırdı. Parmaklarının altındaki çıkıntıya hafif hafif bastırıp bomboş kalan kafasıyla ertesi gün olacakları düşünmeye çalışırken o uğursuz tıkırtı kulaklarına doldu. Mermer merdiveni tırmanan ayak sesleriyle senkronize bir şekilde yükselen tıkırtı yavaşça yaklaşıyordu. Halüsinasyon görüyor olduğunu dileyerek seslerin iyice yaklaşmasını hiç kıpırdamadan bekledi. Basamaklarda bir ayağını diğerinin yanına koyarak tırmanan sesleri camındaki tıkırtı izledi.
​"Seni görebiliyorum. Yokmuşsun gibi davranma da aç lütfen."
​"Ben açmasam da yedek anahtarla gireceksin. Ne halin varsa gör."
​Çatallanmış sesini toparlamak için boğazını temizledi.
​Birkaç saniye sonra kapıdan yükselen tıkırtılar eşliğinde sonbahar havası içeriye doldu.
​"Saksının altına yedek anahtar saklamak akıllıca bir fikir değil."
​"Ne fark eder? Hayatımın her yerine öyle ya da böyle tecavüz etmeyi başarıyorsun zaten Ateş."
​Ateş kapıyı kapatıp İpek'in çaprazındaki berjere yürüdü.
​"Ben değil de. Hırsızlar. Onlar tecavüz etmeye kalkarsa iyi mal kaldırırlarmış gibi sanki."
​"Ne istiyorsun?"
​"İntihar etmeye kalkışmadığından emin olmaya çalışıyorum. Sen ölürsen yerine gelen yeni patron beni işten atar. Geleceğimi düşünmek zorundayım."
​İpek dilinin ucuna kadar gelen küfürleri gerisin geri yutup doğruldu. Koltukta oturur pozisyona geçip Ateş'e baktı.
​"Hayattayım. Gidebilirsin."
​"Gözlerin hala cam gibi bakıyor. Bütün akşam boyunca da böylelerdi. Hala intihara kalkışabilirsin."
​İpek derin bir nefes alıp battaniyenin altında ellerini kenetledi.
​"Bak Ateş. Bunu sana söylemekten nefret ediyorum ama dışarıdan göründüğüm kadar kötüyüm. Senin abuk subuk imalarınla ve dolambaçlı laf salatalarınla baş edebilecek halde değilim. Eğer gözündeki itibarımın zedelenmesini istemiyorsan çık git. Ya da bir defa olsun bir arkadaşın için biraz da olsa endişelendiğini kabul et."
​Gerisingeri yatıp battaniyesini kafasına kadar çekti. Duygusal olarak bu kadar kırılganken Ateş'e bu kadar yakın olmak İpek için zorlayıcı bir deneyimdi. Amigdalası yeniden mesaiye başladığı için koltuğunda oturan adama karşı beslediği karmaşık hisler de geri dönmüştü.
​"Bilmeyen bir ben miyim yoksa bilen bir sen misin?"
​"ben."
​"Neden?"
​"Bilmiyorum. İçime doğdu herhalde. Kimseye söylemezsem hiçbir şey olmayacağına dair bir inanç geliştirmiştim."
​İpek cümlenin sonunda çatlayan sesini kamufle edebilmek için cümlesini fısıltıyla tamamladı. Yanaklarına inen sıcak yaşları hissettiğinde battaniyeyi kafasına kadar çektiği için şükretti.
​Ateş'in ayaklandığını duydu. Çıkıp gidiyor olduğunu düşündü. Sonra da bunun ne hissettirdiğini düşündü. Her zamanki gibi. Ateş ile ilgili düşündüğünde ne hissediyorsa onu buldu. Koca bir kaos.
​Ayak sesleri tam yanında durduğunda battaniyeyi açma dürtüsüyle savaştı.
​"Özür dilerim."
​Sesinin çatlamayacağından emin olduğunda konuştu.
​"İçinden gelmeyen şeyleri yapmak zorunda değilsin Ateş. Bu yüzden seni kovacak değilim."
​Ateş uzanıp battaniyeyi üzerinden kaldırdı.
​"Gerçekten. Özür dilerim. Yine seni sinir hastası ettiğimi sandım. Yani her gün yaptığım şey sonuçta. Sen de böööyle, surat murat yapınca e haliyle."
​İpek eliyle yüzünü kurulayıp ikinci kez oturur pozisyona geçti.
​"Tamam önemli değil. Birkaç saat fazla poliklinik yaparsın ödeşiriz."
​Ateş birkaç saniye tereddüt içinde dikildi. Kararsız gözleri kapı ve koltuk arasında gidip geliyordu. Birkaç saniye sonra İpek'in yanına oturdu.
​"E haydi anlat."
​İpek yanında oturan adama baktı. Yüz hatları yumuşamıştı. Gözlerindeki hüzün İpek'inkilerden yansıyordu.
​"Bir şey..."
​Gözlerinden sızan sıcaklığı durdurmaya çalışarak yanaklarını kuruladı.
​"Bir şeyi yoktu. Haftası takvime uygundu ciğerleri gelişiyordu. Taramalarının hepsi tertemiz..."
​Bir an durup yutkundu. Kör testere yine göğüs kafesi üzerinde çalışmaya başlamıştı.
​"Kalbi durmuş. Ani bebek ölümü sendromu."
​Çenesini kendine çektiği dizlerine yaslayıp yumruklarını sıkarak kendini kontrol altına almaya çalıştı.
​"Sen haklıydın. Bende bir sorun var."
​İpek etrafına sarılan kollarla beraber Ateş'in tanıdık parfümünün kokusunun burnuna dolduğunu hissetti. Başka bir zaman olsa Ateş'in bu hareketinin altında kırk tilki arar; sonra da olanca hızıyla kaçardı. Şimdi ise kendi başına bedenini bile dik tutacak gücü kendinde bulamazken sadece yanındaki bedene yaslanıp göğsündeki testerenin bir an önce işini bitirmesini diledi.
​İpek'in hafif hıçkırıklarının yerini düzensiz soluklara bırakması zaman almıştı. Bu süre boyunca Ateş, kadını saran kollarını hiç gevşetmeden İpek'in bedenini göğsüne yaslamıştı. Bu şekilde sıkıca tutulmak, İpek'e iyi geliyordu. Sanki Ateş dağılmaya başlayan gövdesini bu şekilde bir arada tutuyor gibiydi. Hiç kıpırdamadan öylece oturup küçük a ile başlayan ateşi izlerken büyük a ile başlayan Ateş'in kalp atışlarını sol kulağının altında duyabiliyordu. İpek'in bozulan gelecek planları ve yaşadığı hayal kırıklığının getirdiği kaosun aksine Ateş'in kalp atışları ağır ve istikrarlıydı.
​"Bu şekilde bacağının canına okuyorum."
​"Eee, İpek hocam. Neden sol tarafında oturuyoruz? Sol bacağıma böyle abansaydın şimdiye kadar çoktan opera yapıyor olurdum burada."
​"Sana, hiçbir şey olmaz. O kadar narkotik ağrı kesiciden sonra bacağını da kessem hissedemezsin."
​"Hatırladığım kadarıyla seni durdurmasam onu da yapacaktın."
​İpek yüzünde gezinen hayalet gülümsemenin soğuk dokunuşunu hissetti.
​"Yani Ateş... Her şeyi dramatize etmek zorundasın değil mi?"
​"Bir kere daha böyle kayışı koparmıştın sen."
​İpek başını kaldırıp doğruldu.
​"Efendim?"
​"Böyle diyorum. Koparmıştın yine kayışı."
​İpek kaşlarını çattı.
​"Ne saçmalıyorsun yine?"
​"İntern doktorken. Altıncı sınıfta hani. Acildeyken hastanın birini kaybetmiştin. Seni adamın üzerinden alana kadar akla karayı seçmiştim."
​İpek o günün hatırasıyla rahatsızca kıpırdandı.
​"Yaptığım saçma derecede uzun kalp masajı yüzünden bir hafta kollarım tutmamıştı neredeyse. Sen de canımı okumuştun.Yaygara kıyamet."
​Ateş pis pis sırıtıp başıyla onayladı.
​"O zaman da bööyle koala gibi sarılmıştın arkadaşına."
​İpek gözlerini tavana dikip konuştu.
​"Evet Ateş. Bazılarının aksine biz insanlar kendimizi kötü hissettiğimizde birbirimize sarılarak destek buluruz."
​"Patron olan benken seni çileden çıkarmak daha eğlenceliydi."
​"O Duyguyu bir daha tadamayacağın için ne kadar mutlu olduğumu anlatamam."
​Bir süre ikisi de hiç konuşmadı. Kafalarında dolanan kasvetli düşünceleri birbirlerine değdirmemeye çalışarak yan yana oturmayı sürdürdüler.
​"Aman be İpek hocam! Sen de ne biçim ev sahibisin yani? İnsan bir çay kahve falan bir şey ikram edeyim der."
​"Mutfağımı bilmiyormuşsun gibi yapmak zorunda değilsin Ateş. Buradaki herkes senin ne tür bir şeytan olduğunu çok iyi biliyor."
​Ateş koltuktan ayaklandı.
​"İyi. Çay? Çay demliyorum o zaman."
​İpek içini çekti.
​"Gitmeyecek misin sen? Yani sana sarıldım diye başıma kalmayacağını umuyorum."
​Ateş gözlerini İpek'inkilere dikti.
​"Gerçekten istiyor musun gitmemi?"
​İpek bir an durup Ateş'e baktı. Yalan söylemek istemiyordu.
​"İstemiyorum."
​Ateş pis pis sırıtıp başını salladı.
​"İyi. Çay yapıyorum ben."
​Ateş aksayarak mutfağa ilerlerken İpek yeniden koltuğa uzanıp battaniyesini üzerine çekti. Bedeninde dolaşan hüznün küçük, çok küçük bir kısmı atmosferde dağılmış gibi hissediyordu.

Hekimoğlu | YasWhere stories live. Discover now