Sanrı 1

416 24 30
                                    

Odasının dışına attığı sakin bir adımla sağlık ocağının bildik bekleme salonuna çıktı. Yaşadığı soğuk dehşeti bankodaki görevliye fark ettirmemeyi umarak girişin yanındaki sebile doğru sakin adımlarla ilerlerken günlük işlevlerini yerine getirmeyi bir saniye önce kesmiş olan aklıyla öncelikli olarak ne yapması gerektiğini bulmaya çalışıyordu. "Düzenli soluk al," dedi kendine. Öncelikle yapması gereken şey buydu. Bir plan yapabilmesi için zihninin açık kalması gerekiyordu. Saniyeleri sayarak soluk alıp vermeye başladı. Dört saniye boyunca nefes al. Hayır. Bu kadar gürültülü değil. Evet. Her zamanki gibi. Sessizce. Şimdi bir saniye tut; ve altı saniye boyunca ver. Evet. İyi gidiyorsun. Ciğerleri oksijeni dokularına taşırken zihni açılmaya başlamıştı. Bir saniyedir önünde durduğu sebile, ne işe yaradığını yeni anlamış gibi bir an bakıp yandaki plastik bardaklara uzandı. Bardağı yerinden çekip alırken doktorun söylediklerini hatırlamaya başlıyordu. "Kendini dinle. Soluklarını, hareketlerini, bedenine değen kıyafetlerini hisset. Yalnızca hareketlerine odaklan." Böyle söylemişti. O da öyle yaptı. Parmakları plastik bardağın etrafında kapanırken plastiğin üzerindeki çizgileri hissetti. Çoğunlukla baş ve işaret parmaklarıyla. Ama, evet. Diğer parmaklarını da çizgileri hissetmek için biraz kıpırdattı. Şimdi çizgiler bütün parmaklarındaydı. Bardağı çekip özdeşlerinden ayırdı. Musluğun altına uzatıp diğer eliyle vanayı çevirirken vananın metal yüzeyindeki pürüzsüzlüğü tanımak için parmaklarını yine yavaşça oynattı. "Soluk al, dört saniye boyunca. Bir saniye tut. Şimdi ver. Altı saniye. Suyunun bardağa doluşunu sakince izlerken bir an için, odada gördüğü manzarayı hatırlar gibi oldu; dilini dişleri arasına alıp sertçe ısırdı. "Acıya odaklan." Sözünü dinledi. Diline değen dişlerini ve verdikleri acıyı düşündü. Elindeki bardağı kaldırıp içindeki suyu birkaç yudumda bitirdi. Suyun geçtiği yerleri serinlettiğini hissederek bir saniye bekledikten sonra yönünü yeniden kapıya çevirdi. Elindeki bardağı atık kutusuna attıktan sonra adımlarını yeniden o kapıya yöneltti. "Bununla ilk defa karşılaşmıyorsun. Yüzleşebilirsin." Bir an aklındaki sesin iç sesi mi yoksa sanrısının bir parçası mı olduğunu merak etti. Bu ses sanrısından farklıydı. O genellikle bu kadar iyi niyetli olmazdı. Yaptığı hataları sıralayarak geri döndürülemez bir şekilde batırdığını anlatırdı yalnızca. Kendisine cesaret veren bu sese tutunarak adımlarını hızlandırdı. Bir dakika önce çıktığı kapının önüne geldiğinde sakinleşmeye başlamıştı. Çok büyük ihtimalle içeride olağan dışı hiçbir şey ile karşılaşmayacaktı. Bu, korku filmi izledikten sonra tuvalete gitmeye korkmak gibi bir şeydi. O zamanlar çok geride kalmıştı. Üzerine düşünmeyi gerektirecek bir şey değildi. Mantığının kontrolü yeniden ele geçirmesiyle rahatlayarak kapının koluna uzandı. İçindeki dehşet varlığını hala hissettiriyordu, ama sonsuza kadar kapının önünde bekleyemezdi. Kapı kolunu aşağı bükerek parmaklarını sıktı. Soğuk metali avcunun içinde hissedebiliyordu. Ahşap kapıyı ileri iterken bu hisse tutundu. "Hala orada ise Simge'yi ara. Melisa'nın yardıma ihtiyacı olabilir." Analitik yanının fikirlerine başını sallamamak için kendini zorlayarak içeriye adımını attı. Etrafına bakmamaya çalışarak içeriye girip kapıyı arkasından kapattı. Masası tam karşıda, doğrudan görüş alanındaydı. Bakışlarını oradan ayırmadan hızla ilerleyip telefonunu eline aldı. Odasını boydan boya geçerken adımlarını dinledi. Ayakkabılarının zeminde çıkardığı sesi, parmaklarının, vücut ağırlığı üzerlerine bindikçe maruz kaldıkları basınç hissini, nefes alıp verdikçe genişleyip daralan göğüs kafesini; hepsini duyumsamaya çalışarak odağını bedeninde tutmaya devam etti. "İpek," Ses, sesi duyana kadar bütün kontrolün kendisinde olduğunu düşünmüştü. O yalancı güvenlik hissi, göğsüne çöreklenen dehşeti yavaşça çözmeye başlamışken, şimdi baştan ayağı buz kestiğini hissediyordu. Durumunun ne kadar kötü olduğunu merak etti. En azından artık bunun aklından gelen bir lanet olduğunu biliyordu. Baş edemediği suçluluğu ete kana bürünüp yeniden karşısına dikilmeye hazırlanmıştı demek ki. Aklının çağrısına yanıt vermeden önce elinde sıktığı telefonu açıp hızlı aramadan Simge'nin numarasını buldu. Telefonun açılmasını beklerken kalbi boğazında atıyordu. Titremeye başlayan dizlerini kontrol etmek için masasına yaslanmak istedi. Düşünmeden hareket etmişti. Hızla arkasını döndüğünde muayene sedyesi görüş alanına dahil olmuştu. Muayene sedyesi ve üzerindeki şeytan. Vicdanıyla konuşmaya hazırlanırken kulağında çınlayan arkadaşının sesiyle irkilerek gerçek dünyaya döndü. "Alo?" Bir an ne söyleyeceğini planladı. Simge'yi korkutmak istemiyordu ama bunu korkutmadan nasıl yapacağını bilmiyordu. Yüksek olasılıkla yardıma ihtiyacı olacaktı. Bunun için kadının her şeyi biliyor olması gerekiyordu. "Simge. Melisa'yı okuldan alabilir misin?" "Niye? Ne oldu ki?" "Kendimi iyi hissetmiyorum. Sanırım yine başladı." "İpek korkutma beni. Ne başladı." Simge'nin sesindeki endişeyi duyabiliyordu."Sakin ol. Atlamış olma ihtimalime karşı ilaçlarımı sayacağım. Sen Melisa'yı okuldan alabilir misin? Onu da korkutmak istemiyorum." "Tamam. Ben onu Elif'in yanına bırakır gelirim. Annenin nöbeti varmış derim." "Sağ ol Simge. Kapatıyorum şimdi." Telefonu kapatıp sakince masaya bıraktı. Ne yapacağını düşünürken buz kesmiş ellerini yüzünden geçirerek saçlarını arkaya attı. "Çekmecene git. İlaçlarını say." Aklının çalışan kısımlarının komutuna uyarak masasının etrafında dolandı. Çekmecesine eğilip hap kutusunu çıkartırken sesi yeniden duydu. "İpek izin ver konuşalım. Lütfen." "Çok kibar buldum seni?" Sakin kalmaya çalışarak sandalyesine oturdu. Bir sanrı ile konuştuğu gerçeğini yok sayamıyordu ama kendisine karşı olan öfkesi boyunu aşmıştı. En azından, diye düşündü, kendimle kanlı bıçaklı olduğumun farkındayım. Sanrının sanrı olduğunu hatırladığı sürece güvende olduğunu düşündü. "Ben," "Ben diye bir şey yok. Sen bensin. Ben ise kendimle hesabımı çoktan kapattım." Sanrısının lafını keserken sesini alçak tutması gerektiğini düşündü. Kendi kendine konuştuğunun anlaşılması her şeyi mahvedebilirdi. Bir yandan önüne aldığı temiz kağıdın üzerine ilaç şişesini boşaltırken tekrar konuştu. "Bu sefer neden geldin? Sıra hangi yanlışımda?" Vicdanından gelecek yanıtı beklerken başını hiç kaldırmadan haplarını saydı. Şişenin üzerindeki açılış tarihiyle karşılaştırarak basit bir hesaplama yaptı. İlaçlar eksik ya da fazla değildi. Şişeyi elinde çevirirken başını hiç kaldırmadan konuşmaya devam etti. "Sen benim vicdanım değil misin? Herkesin hesabını sordun bana. Bisikletle çarptığım kedinin, sıra arkadaşımın, anneannemin, Leyla'nın, düşen bebeklerimin, Ateş'in, Orhan'ın. Tek tek hepsinin bedelini ödettin bana. Ben ne olacağım. Benim bedelimi kim ödeyecek? Sen ben olduğuna göre biliyorsun? Bilmiyor musun?" Dolan gözlerini sanrısına çevirdi. Oturduğu muayene sedyesinde giderek küçülen sanrı sanrı, tanıdık gözlerini yüzüne dikmişti. Söyledikleri sanki gerçekten de ona ulaşıyormuş gibi omuzları çökmüş, bedeni öne eğilmişti. Bu görüntüye neredeyse üzülecekti. Neredeyse. Ama en geç bir iki dakikaya, bir canavara dönüşerek üzerine saldıracağını bildiğinden sanrıya karşı olan acıması hızla hedef değiştirip kendisini buldu. "Melisa'yı biliyorsun. Bana ihtiyacı olduğunu biliyorsun. Onun için hayatta kalmam gerektiğini biliyorsun. Sana yalvarıyorum. Bırak artık peşimi." Sakinleşmeye çalışarak aldığı derin nefesi dışarı bıraktı. Titreyen elleriyle önündeki ilaçları tekrar kutusuna dolduruyordu. Hissettiği hareketlenme ile başını kaldırdığında, odaya girdiğinden beri ilk defa, sanrının hareket ettiğini gördü. Çaldığı bedenin kurallarına uyarak, aksaya aksaya yaklaşıyordu. Sakin kalmaya çalışarak mantıksız derecedeki net ve tutarlı imgeyi izledi. Görsel sanrıların bu kadar net olabileceğinden haberi yoktu. Temel psikiyatri bilgisiyle bunun ne anlama gelebileceğini tartacak zamanı yoktu. Sadece somut gerçekliğe bu kadar ustalıkla oturtulmuş sanrıların, çok da sağlıklı zihinlerden dışarı uğrayamayacağını tahmin edebiliyordu. Bir süre yerdeki gölgesini izledi. Penceresinden giren gün batımı güneşinin ışıkları sanrısının gölgesini parke zemine düşürmüştü. Hayır. Kendi zihni sanrısının gölgesini parke zemine düşürmüştü. "Gerçeklikten ayrılma," diye uyardı kendini. "Vay be, bu sefer gölgen bile var." Terleyen elindeki ilaç şişesinin kapağını çevirerek kapatırken içindeki korkunun yok olduğunu hissetti. Sanrı ona zarar veremezdi. Etraftaki nesneleri manipüle edemezdi. Var olmayan bir şeyden korkmasına gerek yoktu. Yalnızca aklının başında kalması konusunda endişeleri vardı. "İpek," Başı istem dışı bir hareketle sese kalktı. Sanrısı şimdi yanındaydı. Dizlerinin üzerine çöküyordu. "Gerçeğim ben. Yemin ederim." "Vay be. Kendi vicdanımı ağlattım. İnanmıyorum." İpek dudaklarından yükselen kahkahaya engel olamadı. Histerik gülüşünün arasında kendine bir yol bulup tekrar konuştu. "Bu noktada çoktan üzerime saldırmış olman gerekmiyor muydu senin? Ne o? Var olmanın yolunun düzgün davranmaktan geçtiği yanılgısına mı kapıldın? Cümlesine devam edebilmek için nefes alırken dizine değen el, birkaç dakika önce kaybolan dehşetini yeniden uyandırdı. Sanrının bunu yapamıyor olması gerekirdi. "Ben sen değilim." Ses, doğruydu. Kendisini yüz üstü bıraktığını söyleyen, onun yüzünden öldüğünü söyleyen ses bu sesti. Yıllarca duyduğu, yabancısı olmadığı bir sesti. Yalnızca birkaç yıldır daha şeytani ve daha metalikti. Uyuduğu odanın penceresinden, yüzünü yıkadığı lavaboların aynalarından ve sakinleşmek için dinlediği şarkıların arasından kendini göstererek ölümünün hesabını soruyordu. "Sana yalvarıyorum." İpek sesi yeniden dinledi. Metalik tını kaybolmuştu. Şimdi düzensiz solukları arasından çıkan, güzel günlerinde duymaya alışık olduğu sesti. Başını kıpırdatmaya cesaret edemeden dizindeki ele baktı. Henüz bir pençeye dönüşmemişti, hala sıcak bir şekilde dizindeydi. "Bir sanrının içinde bedeninde bir temas hissediyorsan, bunu çok büyük bir ihtimalle sen yapıyorsun demektir." Psikiyatristi böyle söylemişti. Dizindeki temasın hissi dışında bir şeye odaklanması gerekiyordu. Hedefi yine dişleri arasına aldığı diliydi. Kendine verdiği acılı uyaran görevini yerine getirmişti. Bilinçli benliği bir an için dilinde hissettiği keskin acıya odaklandığında dizindeki dokunsal yanılsamanın yalnızca bir yanılsama olduğu konusunda kendini ikna etmeye çalıştı. O değerli birkaç saniyenin sonunda başarısız olduğunu hala dizinde hissettiği sıcaklık doğruluyordu. Ellerine baktı. Cansız bir şekilde kucağında duruyorlardı. Kaldırıp masanın üzerine koydu. Elleri şimdi gözünün önündeydi. Ama dizindeki bası kesilmemişti. Şimdi içindeki katı korkunun yerini hafifçe dürtükleyen bir merak almıştı. Elleri değilse neydi? Bakışlarını ellerinden uzaklaştırıp yeniden dizindeki ele çevirdi. Bir süre dikkatle inceledikten sonra şaşkınlıkla konuştu. "Onu bu kadar ayrıntılı hatırlıyor olmam gerçekten ürkütücü." Sonuçta kafasının içinde olup bitenler hafızasının el verdiği kadar gerçekçi olabilirdi. Ya da bilinç altı hatırlamadığı ayrıntıları başkalarıyla yamalıyor olabilirdi. Yine de hala orada olan el yeterince tanıdık ve gerçekçiydi. Bir deftere ya da şapkaya ya da fulara dönüşür umuduyla işaret parmağının ucuyla dizindeki eli dürtüklediğinde beklediği tepkiyi alamamıştı. İnatçı ve kaskatı bir halde öylece orada olmaya devam ediyordu. Hiçbir zaman ilaçlarını atlamamıştı. Bugün bu olay yaşanana kadar da yaklaşık bir yıldır hiçbir şey yoktu. Ne ses, ne görüntü ne de kafa karışıklıkları. O atlattığını düşünürken canavarı pusuda, kendisini yenemeyecek kadar güçlenmesini beklemişti. "Hayır. Anlamıyorum. Bu kadar güçlenmiş olamazsın. Her şeyi doğru yaptım. Bir gün bile ilacımı atlamadım. Her şey yolundaydı. Terapilerim, kan testlerim. Bir sorun yoktu. Ben iyiydim." "Özür dilerim. Çok özür dilerim." Hıçkırıklarla sarsılan sanrısı oturduğu yerde yanına sokulurken İpek'in dizinden destek aldı. Yerinden fırlayıp kaçmayı düşündü, ama şimdi sanrısının kokusunu da alabiliyordu. Beş duyu organının dördü paranoyaları tarafından işgal edilmiş bir haldeyken bir an, yalnızca küçük bir an sanrısının gerçek olduğu yanılgısına kapıldı. "Sen gerçek misin?" Bu hiçbir işe yaramamıştı. Yalnızca yerde, ayaklarının ucunda oturan hayaletin hıçkırıklarının artmasına sebep olmuştu. "Senin gerçek olduğuna inanırsam her şey biter. Lütfen git. Yalvarıyorum sana. Melisa'ya gitmem gerekiyor. Karşısındaki adam başını dizlerine kapatıp kendini bıraktığında yapacak başka bir şeyi kalmamıştı. Hızla yerinden fırlayıp titreyen bacaklarıyla var gücüyle bekleme salonuna koştu. Anın dehşetiyle birkaç saniyede ön bankoya ulaşıp yüksek masaya tutundu. Bankonun gerisindeki görevli korkuyla irkilerek sandalyesinden fırlamıştı. "İpek Hanım? Ne oldu? İyi misiniz?" İpek kontrolü dışında alıp verdiği soluklarını bir türlü düzene sokamıyordu. Yalnızca bankonun etrafında dolanıp yanına gelen Mert'e baktı. "İpek Hanım? Size bir şey mi yaptı? Ben, yani... Randevusu yoktu ama, ısrar edince içeri almak zorunda kaldım. Arkadaşınız olduğunu söyledi. Size söyleyecektim ama. Affedersiniz. Aklımdan çıkmış." Duydukları aklında işlenirken birkaç milisaniye bekledi. Sonra analitik aklının vardığı sonuç bu zamana kadar yaşadığı en büyük şoku beraberinde getirmişti. Kırk küsur yıllık hayat tecrübesi, kül olan binalardan çıkamayan insanların ölü olacaklarını kesin bir yargıyla haykırırken, karşısında duran genç çocuğun ağzından dökülenler bu somut ve ağır gerçekle baş etmeye çalışarak etrafından akıyordu. Ölüm geri döndürülemez bir olguydu. Ölü insanlar her zaman ölü olmaya devam ederlerdi. "Cesedini görmedin," Aklındaki şüpheci ses konuşmaya başlamıştı. "Orada değildin. Cansız bedenini görmedin. Yanan binayı, o çıktı mı çıkmadı mı diye izlemedin." Asla emin olamazsın." "Mezarını gördüm," diye düşündü. Taşın üzerindeki ismi okumuş, onunla konuşmuştu. "Yalnızca bir mezar taşıydı o gördüğün. Toprağın altında mı değil mi bilmiyorsun." Hasta kayıt görevlisinin birkaç saniye önce söyledikleri yeniden kulaklarında oynarken akıl sağlığını, artık ne kadar olursa, korumaya çalışarak düşündü. Sanrılarını başkaları da görmeye başlamadıysa... Peki ya Mert'in Ateş'i gördüğü bilgisini yalnızca bir sanrıdan alıyorsa? İpek bu paradoksun asla çözülemez olduğunu düşünerek etrafındaki güvenebileceği referanslara başvurması gerektiğini hatırladı. Bu fikirle yeniden Mert'e döndü. Zorlanarak da olsa sorması gerekeni sormalıydı. "Mert. K, Kim? Sen gördün mü?" "Evet, bastonunu görünce eski bir hastanız sandım. İpek Hanım iyi misiniz? Polisi arayacağım." "Dur. Dur bir saniye. Yalnızca bir, bir bardak su istiyorum." Mert ikiletmeden sebile koşturdu. Bir an sonra elindeki suyla İpek'in yanına ulaşmıştı. Bir şey söylemeden bardağı aldı. Plastiğin etrafındaki çizgileri, suyun bardaktan geçip avcuna bıraktığı soğukluğu hissetti. Aklındaki gerçekle savaşmaya çalıştığı sırada suyu kafasına dikti. Bardağı bankoya bırakıp derin bir soluk aldığı sırada odasının kapısı aralandı. Vicdanı olamayacak kadar bitkin görünen Ateş, elindeki bastonuna yaslanarak bekleme salonuna çıktı. "İçeriye gir." İpek sesini bulup nasıl kullanacağını hatırlayana kadar Ateş kendisine doğru iki adım atmıştı. İpek'in sesiyle olduğu yerde durarak korkan gözlerini kadının yüzüne dikti. "Ateş İçeriye gir, bekle beni." Ateş ikiletmedi. Sessizce dönüp odaya geri girdi. O kapıyı kapatana kadar arkasından bakan İpek gözlerini Mert'e çevirdi. "Bana sakinleştirecek bir şeyler getirebilir misin Mert? Uyumak istemiyorum ama kendimi kontrol altına almam gerek." "İpek Hanım polisi arayayım mı?" "Hayır. Tehlikeli birisi değil. Gerek yok." Mert bir süre tereddüt içinde İpek'in yüzüne baktıktan sonra enjektörü hazırlamak için uzaklaştı. Düşüncelerinde kaybolmuş halde küçük sağlık ocağının girişine ilerledi. Çift kanatlı ahşap kapının sağ kanadını açarak önünde durdu. Serin bahar havasını içine çekerek sakinleşmeyi bekliyordu. Yüzüne vuran gerçekle nasıl baş edeceğini bilmiyordu. "Öğren," aklının güvenilir kısmıyla vardığı sonuç açıktı. Ne halt döndüğünü öğrenmesi gerekiyordu. Adım adım ilerlemeye karar verdi. Öncelikle Mert'in getirdiği hafif yatıştırıcıyı kan yoluyla bünyesine almakla başladı. Genç görevli kolundaki turnikeyi alır almaz ayaklandı. Kolunu hareket ettirerek yatıştırıcının kan beyin bariyerini aşmasını bekledi. Bir dakika sonra etrafındaki dünya rayına oturmuş gibi hissediyordu. Kontrolü yavaşça kazandığını düşündü. Şimdi sıra hayaletinin yanına gidip olan biteni öğrenmeye gelmişti. Odasına attığı ilk adımla yine gerçeklikten koptuğu yanılgısına kapılmıştı. İçeri girişiyle beraber ayaklanmış olan adamı baştan aşağıya süzerken söyleyecek bir şeyler aradı. Hiçbir şey. Bu duruma uygun bir lafı yoktu. "Eğer sen bir yanılsamaysan benim kızım bu dünyada yapayalnız kalacak." Yüzünden inen yaşları elinin tersiyle kurularken burnunu çekti. "Lütfen. Ya gerçek olduğunu söyle ya da git. Eğer sen benim bir parçamsan sen de Melisa'yı seviyorsun demektir. Lütfen. Yalnız kalmasına izin vermek istemiyorum. Lütfen git." "Cesedini görmedin. Yalnızca küller. Asla emin olamazsın." Aklının şüpheci birimi yeniden sazı eline almış var gücüyle çalıyordu. "Mert onu gördü. O da yanılsama olamaz." İpek şüphelerine kulak verirken ağır adımlarla karşısında dikilen Ateş'e yaklaşıyordu. "Anlatacağım her şeyi. Lütfen. Sakinleşmek zorundasın İpek. Hiçbir şey için değilse de Melisa için." İpek arada bir adım mesafe bırakıp karşısında durduğu adama baktı. "Sen benim bebeğimin olduğu eve arabayla daldın! Sen onun iyiliğini düşünemezsin! Sen onu öldürebilirdin! Kes sesini!" Savurduğu elleri karşısındaki adamın göğsüne çarptığında İpek'in son şüpheleri de ortadan kalkmıştı. "Özür dilerim. Çok özür dilerim. Daha önce gelemediğim için. İğrenç bir insan olduğum için. İpek. Özür dilerim." İpek bileklerini saran ellere baktı. Bencil, çok bencil bir yanı bu dokunuşu ne kadar özlediğini bağırırken sağ elini Ateş'in sol elinden çekti. "Ben senin cenazene bile gelmedim. Mercimek kadar bir haptan bir tane içtin diye seni terk edip gittim. Polislerle başın belaya girdiğinde yoksunluk çekmeni izledim. Ağrılarını bile bile sana zorla poliklinik yaptırdım." "Hayır. Hiçbiri senin suçun değildi." "Öyle demiyordun! Geceleri uykularıma gelirken, dolaplarımdan fırlarken, karanlık koridorlara sinmiş beklerken öyle demiyordun!" Hıçkırıkları bütün bedenini sarsarken ayakta durmaya çabaladı. İçindekileri kusmaya ihtiyacı vardı. Bir süre göğsünden yükselen hıçkırıklarla sarsıldıktan sonra yeniden konuşmaya başladı. Sesi öncekine nazaran alçaktı. "Melisa aylarca seni sordu. O kadar çok sordu ki, hala hatırlıyor seni. Ben, senin ölüm haberini aldıktan sonra haftalarca antipsikotik ilaçlar kullandım. Kendimi toparlayana kadar kızımı göstermediler. İki yıldır senin hayaletlerinle savaşıyorum. Ne zaman yeniden geri gelecek diye ödüm patlıyor. Sen şimdi gelmiş özür mü diliyorsun Ateş?" "Beceremiyorum ben. Benim hayatımın yarısı seninle geçti. Öyle ya da böyle. Sen benim hayatımı bir şekilde kontrol ediyordun. Evliyken bile. Bir referans noktam vardı. Şimdi, böyle, bomboş yapamıyorum. Sana ihtiyacım var." İpek bir süre tepkisiz kalarak Ateş'in yaşlarının uzamış sakallarını ıslatmasını izledi. Bu manzara karşısında ne hissetmesi gerektiğini çıkarsamaya çalışarak düşündü. Kalbindeki çok ince bir damardan aktığını hissettiği hüzün, boştaki sağ elini Ateş'in yüzüne uzatmasına sebep oldu. Parmaklarını elmacık kemiğinden geçirerek bir an sonra ıslanmak üzere kuruttu. Sonra, Ateş'in kolları etrafına sarılırken aynı anda aralarındaki mesafeyi kapatarak kollarını tanıdık bedene doladı. Bedenini tepeden tırnağa dolduran karmaşık duyguları gözlerinden taşarken, göğsündeki bir vana açılmış gibi hissediyordu. Çenesini sıkan, gözlerini kısan ve ciğerlerini kelepçelemiş gibi ezen gerginliğini yaslandığı adamın omuzlarına bırakmayı bekledi bir süre. Sonunda gelen huzur, acı sonrası uyku gibiydi. Koyu, uyuşturucu ve sakin.

Hekimoğlu | YasWhere stories live. Discover now