Sanrı 2

313 19 15
                                    

Yatağının ayak ucunda oturup karanlık gökyüzünü izlemekten sıkılalı bir hayli olmuştu. Uyku bahanesiyle odasına kaçtığı dakikadan beri, görünüşte hiçbir amaca hizmet etmeyecek bir halde boş boş oturmuş, dışarıdaki gece manzarasını izliyordu. Yatak odasının geniş pencerelerinden görünen bahçedeki ağaçlar, çok da uzak olmayan denizden bir parça ve adanın kendine has tenha sokakları, yarısı yenmiş bir tepsi keke benzeyen ay tarafından aydınlatılıyordu. Aslında bu manzarada öyle ilginç bir şey yoktu. Çoktan ezberlediği bir tablo gibiydi. Ama yine de bu, manzarayı takdir etmesini engellemiyordu. İstanbul'da yaşayan birçok insanın asla tadamayacağı bir ayrıcalıktı. Şimdi ise takdirden uzak gözleri, sürekli bedenine değen elbiseleri ihbar etmekten vazgeçen sinir uçları gibi, neyi gördüğünü tartmadan tanıdık manzaraya bakıyordu. Gün boyunca yaşadığı karmaşık duygularla baş edemeyen zihni sonunda kendini kapatmış, basit olgularla ilgili bile akıl yürütmesini engelleyecek kadar uyuşmasına sebep olmuştu. Bu yüzden, olan biteni düşünmek için çekildiği odasında, kendisine huzur versin diye karşısında oturduğu manzarayı izlerken yalnızca sessizliğin tadını çıkartabiliyordu. Gün boyunca kulaklarında atan nabzı sonunda işgal ettiği bölgelerden geri çekilmişti. İçine düştüğü yeni gerçekliğin hatlarını kavradıkça sakinleşen zihninin marifetiydi bu. Hayaletleri tarafından yeniden ziyaret edilmediğini anlayınca kalbine yavaşlama emrini hiç gecikmeden göndermişti. Şimdi sessizlik vardı. Kulaklarında uğuldayan şüphelerinin ve durmadan hızlanıp yavaşlayan nabzının yerine, rahatlatıcı bir sessizlik. Gündüze ait anıları, bu sessizliği bozmaktan korkar gibi yavaşça düşüncülerinin ön sıralarına süzülürken umursamaz bir tiyatro izleyicisi gibi seyretmekle yetindi. Duygusal tepkilerinin sınırını çoktan aşmıştı. Hissettiği hızlı duyarsızlaşmaya karşı da duyarsız kalmayı seçerek yalnızca olup biten hakkında düşündü. İçine battığı şaşkınlık ve hüzün bulutundan sıyrıldıktan sonra beklenti dolu hesaplaşmalarına tarihi sağlık ocağı binasının personel için ayrılmış küçük bahçesinde devam etmişlerdi. Tek isteği cenin pozisyonu alıp yaşadıklarının bir rüya olduğuna inanmak olan tarafını baskılamak hiç kolay değildi. Bu, yalnızca damarlarında dolaşan yatıştırıcı sayesinde mümkün oluyordu. Orada, o uyduruk plastik sandalyelerde otururken, karşısındaki geçmişinin yüzüne bakmak fazla olağan ve fazla olağanüstü gelmişti. Bu yüzden olacak ki sorduğu ilk soru, içinde bulundukları durum göz önünde bulundurulduğunda saçma ve basit kalmıştı. "Çay? İçer misin?" Ateş, yüzündeki kaybolmaya hazır gülümsemeyle teklifini kabul ettiğinde İpek, uyduruk beyaz sandalyesinin mermer zeminde kayarken çıkardığı gürültüden hain bir mutluluk duyarak ayaklanmıştı. Her gün yaptığı hareketleri yapıyor olmanın getirdiği sakin güven hissiyle çay ocağına girip tepsiyle bardakları hazırlarken, Ateş'i Simge gelene kadar yanında tutmanın yollarını arıyordu. İçinde, Simge'nin Ateş'i görüp göremeyeceğine dair önünü alamadığı bir merak vardı. Hala sanrılarıyla boğuşuyor olma ihtimali aklının bir yerlerinde sinsi sinsi bekliyordu. Bilinçli olarak bulamadığı bahaneyi, elinde tepsiyle Ateş'in arkasından yaklaşırken adamın, topuk seslerini takip eden kafa hareketleri önüne sermişti. Hareket, tanıdık ve can yakıcıydı. Her şeyin dengede olduğu günlerden gelen acımasız bir hatırlatıcı gibiydi. Masaya doğru ilerlerken dolan gözlerini kocaman açarak yaşlarını akmadan geri göndermişti. "Nasıl çıktın sen o yangından?" Soru ağzından çıktığında henüz ayaktaydı. "Bodrum camından." Yaşadığı korkunç zamanlardan sonra, böyle dünyanın en makul şeyini yapıyormuş gibi karşılıklı konuşmak İpek'in canını yakıyordu. Yaşadığı vicdan azabının boşunalığıyla ne yapacağını henüz bulamamıştı. Bu yüzden yapabileceği en kolay şeyi seçmişti. Bu, ilkokulda saçını çeken sınıf arkadaşına aynı şekilde karşılık vermek gibi bir şeydi. "Neden geldin? Orhan ölünce sana ilaç yazacak kimsen kalmadı mı? Febradorol mü istiyorsun?" Ateş'in yüzüne yansıyan pişmanlığı, İpek'i cümlesini bitirdiği an yaptığına pişman edecek kadar belirgindi. Ama yine de, sözünü geri almamış ya da başkaca bir şey yapmamıştı. Oturduğu sandalyede geri yaslanarak karşısındaki adamın gözlerinden gelip geçen ifadeleri izlemekle yetindi. Acı, özlem, pişmanlık ve öfkeye benzer bir tanesi. "Orhan..." Ateş cümlesine devam etmeyi denemişti. İpek görebiliyordu. Ama yine de sessizlikten başka bir şey yoktu. Arkadaşlarının anısı, yaşadıkları anın üzerini kalın bir hüzün tabakasıyla kaplamıştı. "Senden ilaç almaya gelmedim." Ateş dakikalar sonra konuşmuştu. İçlerindeki hesaplaşma bitene kadar birbirlerinden kaçan gözleri şimdi birbirine kilitlenmişti. "Kullanmıyorum artık. Elimdeki son haplarla aşırı doz kullanarak kendimi öldürmeyi planlamıştım. Yani... Ondan sonra. Ama gördüğün gibi. Buradayım." "Amber'e mesaj atıp prize bıçak saplamaya benzemiyormuş değil mi? Orhan'ın geleceğini bile bile parmaklarını kırmaya benzemiyormuş. Yeterince gerçek olunca korktun değil mi? Etrafında götünü kurtaracak kimse kalmadığında, hayatın değer kazandı. Artık seni hayatta tutacak senden başka kimse kalmadığında orkuyormuşsun değil mi? Sevdiklerini manipüle etmeye benzemiyormuş!" Hızla inip kalkan göğsünü fark ettiğinde soluklarını düzene sokmaya uğraşarak bir an durdu. "Yıllarca bütün anlamı hayatından söküp atmaya uğraştın. Şimdi de gelmiş hayatına kıyamadığını söylüyorsun. Biz yıllarca sana bunu anlatmaya çalıştık Ateş. Hayatının değerli olduğunu. Değer görmeye değer olduğunu. Ben, Orhan, Emre, Mehmet Ali, Zeynep, Selin; hepimiz sende sevecek bir şeyler bulduk. Bir sen sevemedin kendini. Bu duyguyu tadamadan öldüğün için üzülüyordum. Senin adına sevindim. Sonunda anlamışsın hayatının değerini." "Teknik olarak hayatımı kaybettim. Ölüm belgem bile var. Böyle damgalı mamgalı. İnsan elindekilerin değerini kaybedince anlarmış. Ben de hayatımın değerini ölünce anladım." İpek Ateş'in yüzündeki belli belirsiz gülümsemeyi bir saniye izledi. İçindeki şiddet dürtüsünü bastırmak beklediğinden zor olmuştu. "Haydi." "Ne haydi." "Haydi gelsin." İpek girdikleri ağız dalaşının nostaljik hissiyle gülmemeye çalıştı. "Ne gelsin?" "Gelsin gelsin. Kızdın sen." "Yeni mi anladın? Dakikalardır kime bağırıp çağırıyorum ben?" Tanıdık dalaşmaların hatırası dudaklarını iki yana çekiştirdiğinde, bu fiziksel uyaranla heykel gibi duran bedenine döndü. Hala pencerenin karşısında dışarı bakar halde oturuyordu. Çok yavaş hareket ederek başını arkasına çevirdi. Her gece Melisa ile uyumaya alışık olduğu geniş yatağı, şimdi kendisi dışında boştu. Olanlar düşünülünce Melisa'nın Simge ile kalması akılcı bir karardı. İpek bu gece hiçbir şey değilse de birkaç kabus beklemesi gerektiğini biliyordu. Kızının boş yere korkmasına gerek yoktu. Ama bu, onu özlediği gerçeğini değiştirmiyordu. Aynı yavaşlıkla başını yeniden önüne çevirip, geniş camın arkasındaki manzarayı bir daha taradı. Manzaranın katı değişmezliği içinde garip bir umutsuzluğun büyümesine sebep olmuştu. Etrafındaki gerçeklik, büküp istediği şekle sokamayacağı kadar katıydı. Bu fikrin üzerine attığı kalın umutsuzluğu biraz olsun savuşturabilmek için, parçalarının kopmasından korkuyormuş gibi, yavaşça hareket ederek ayaklandı. Gürültü etmemeye çalışarak odasının kapısını açtı. Mutfağa gidip içecek bir şeyler almak niyetindeydi. Merdivenleri yavaşça inip açık salona gelene kadar evdeki hayaletleri ve hayalet başını uyandırmadığından emindi. Salona adımını attığı anda irkilerek uyanıp oturur konuma geçen Ateş'in ani hareketiyle İpek de yerinde sıçramıştı. "Ateş, ne yapıyorsun?" "Asıl sen ne yapıyorsun. Valla Simge cadısı hızını alamadı da bir posta daha dövmeye geldi sandım. Ne dolanıyorsun öyle karanlıkta?" "Ah neredee. Bir ben pataklayamadım seni. Ayrıca sana ne Ateş. İstediğim gibi gezerim. Benim evim burası. İçecek alacağım." "Sen de amma meraklısın benim dayak yememe." "Beni seven insanların, benim yapamadığım şeyleri, benim için yapmalarını seviyorum." "O cani, cani olduğu için saldırdı bana." "Hayır Ateş. Simge sana, benim neredeyse otuz yıllık arkadaşım olduğu için ve senin yediğin haltların faturasını benimle beraber ödediği için saldırdı." "Yok yok. O beni önceden de hiç sevmezdi. Hatırlamıyor musun?" "Haydi haydi. Alışkınsındır sen nasılsa. Hasta yakınları, iş arkadaşların, okul arkadaşların, düşman spektrumunu günden güne genişletiyorsun. Ayrıca ne yapsın kız, seni öyle karşısında görünce..." Simge'nin Ateş'e saldırısının anısıyla kahkaha atmamaya çalışarak mutfağa ilerledi. "Su ister misin?" "Maydanoz var mı içinde? Varsa içmem." Elindeki cam şişeye baktı. İçindeki elma dilimlerini yeni görmüş gibi incelerken, az önce salona girdiğinde Ateş'in sıçrayarak uyanışını düşünmemeye çalıştı. Eskiden kütük gibi uyuduğunu bildiği adamın ne zamandan beri böyle tavşan uykusu uyuduğunu merak etti. "Yok." Sesindeki garipliği fark etmişti ama konuyla ilgili yapabileceği bir şey yoktu. Elindeki şişe yavaşça çekilene kadar aradan geçen zamanın farkında değildi. Yalnızca suyun içinde yüzen elmaları inceleyerek, kapısı açık buz dolabının önünde dikiliyordu. "İpek, iyi misin?" Tiz bir sesle öten buzdolabı alarmını yeni duymuştu. Kapının yolundan çekilip kapanmasına izin verirken konuştu. "Yok maydanoz. Senin sevdiğin gibi. İçebilirsin." Ateş cam şişeyi tezgaha bırakıp İpek'e baktı. "Gel oturup konuşalım biraz." "Sen? Konuşmak istiyorsun." "Konuş istiyorum. Seni bu halde bulacağımı tahmin etmiyordum. Hastaneden giderken iç huzuruna kavuşmuş gibi bir halin vardı. Böyle olacağını bilseydim geri dönüp düzenini baltalamazdım." "Yapmaz mıydın? Emin misin Ateş. Tam da senin yapabileceğin bir şeye benziyor çünkü." "Ben seni çok seviyorum İpek. Öyle ya da böyle, benim bütün hayatım seni severek geçti. Sana zarar verecek hiçbir şey yapmam ben." "Salonumun ortasındaki araban öyle demiyordu." "Mutluluğunla baş edemedim. Çuvalladım. Yapmamam gerekiyordu. İstediğini yapmakta özgür olduğunu biliyordum. Kendini mutlu etmeye çalışacak kadar kendine saygın olduğunu biliyordum. Sonucu değiştirmez ama, amacım sana ya da Me, Melisa'ya zarar vermek değildi." "Biliyorum, seni senin kadar iyi tanıyorum. Nerede çuvallamış gibi hissettiğini, neye öfkelendiğini biliyorum. Neden bu kadar kızgın olduğunu biliyorum. Ben anlayabiliyorum Ateş. Ama Melisa, o anlayabilecek bir yaşta değildi. Onu ben istedim. O beni seçmedi. Ben onu seçtim. Onu bu kadar istemişken bunlarla baş etmek zorunda kalmasına izin veremezdim." "Farkındayım. Neyi niye yaptığını anlayacak kadar tanıyorum seni İpek hocam. O kadar yıl polikliniklerden nasıl kaçtım sanıyorsun?" "Bana bir şans bırakmadın Ateş. Yanında olmam için hiçbir sebep bırakmadın. Baktın sebebim kalmadığı halde hala yanındayım, bu sefer de son hızımla uzaklaşmam için sebepler yarattın. Benim ya da Melisa'nın iyiliği için yapmadığını biliyorum. O kadar iyi bir insan değilsin sen. Kendini mutsuz etmek için harcadığın çaba beni çok korkutuyor. Anlamlandıramıyorum. Neden?" "En büyük acılar beni buluyor sanıyordum. Babamın iğrenç bir insan olması, bu hayatta başıma gelebilecek en korkunç şey diye düşünüyordum. Enfarktüs geçirdim çünkü bu hayatta bir insanın başına gelecek şeylerin en kötüleri benim başıma gelmek zorunda diye düşünüyordum. Bir bok olduğu yokmuş aslında. Küçükken iyi bir baba nasıl olur bilmiyordum. Sadece benimki gibi olmadığını tahmin ediyordum. Ama bir şey kaybetmiş değildim. Kendimi bildim bileli o şeytan, şeytandı zaten. Maraton koşucusu da değildim, bacağım ideallerim değildi. İşime devam ettim. Hayatıma devam ettim. Basketbol çıktı hayatımdan. O kadar da olsun canım? Benim tutkum bulmaca çözmekti zaten. Ama, hayatımda ilk defa, yerini dolduramayacağım bir şey çıktı gitti. Hem o benim gibi geri dönüp gelmeyecek de. Bir daha hiç olmayacak. Bununla baş edemiyorum. Kaybetmenin gerçek anlamını bu kadar korkunç bir şekilde öğrenmeyi istemezdim. Bu yüzden, bu dünyadaki en büyük acıları çektiğini sanan bir geri zekalıyken... Bildiğin işler. Geri zekalılar geri zekalı gibi davranırlar. İpek Ateş'i dinlerken, sırtını yasladığı dolaptan yavaşça kayarak mermer zemine oturdu. "Neden anlatıyorsun bunları?" Ateş sakat bacağını dizinden destekleyerek İpek'in yanına oturdu. "Sana yanımda kalmaman için sebepler verirken, sevdiğim insanları kaybetmenin gerçekten nasıl bir his olduğunu bilmiyordum. Önünde sonunda mutsuz olacaksam, bir an önce olsun istiyordum. Mutsuz olmanın var oluşumla beraber hak ettiğim bir şey olduğunu sanıyordum. Mutsuzluğun anlamını bilmiyordum. Ama şimdi anlıyorum. İnsanlar neden sevdikleri insanlar için istemedikleri şeyleri yapıyorlar. Bir şey söyleyecek olunca onları kırmamak için neden susuyorlar, anlıyorum. Sen yapıyordun ya. Yüzüme bakıp gözlerini bööyle belertiyordun. Sonra derin bir nefes alıp bir anda duruyordun. Dilinin ucuna gelmiş bir şeyleri yuttuğunu anlıyordum. Bunu neden yaptığını anca şimdi, yani o olaydan sonra anlıyorum. Benim iki yüzlülük dediğim, bilinç altında bir gün kaybedeceğini bildiğin insanların mutsuzluğunu önlemek için yaptığın, iyi niyetli bir hareketmiş. "Seni kaybedeceğimi düşünmüyordum." "Senden daha sağlıksız besleniyorum. Daha düzensiz uyuyorum. Günde bir şişe ağrı kesici kullanıyordum. Sen düşünmesen de, tıp eğitimi almış yanın senden önce öleceğimi düşünüyordur. Eminim." "Öldün zaten. Ve maalesef, yuttuğum hiçbir söz, verdiğim hiçbir taviz ya da tanıdığım hiçbir tolerans o acıyı hafifletmedi. Daha fazla ne yapabilirdim diye düşündüm durdum. İlaç almana o kadar büyük bir tepki göstermeseydim devamını getirmez miydin diye düşündüm. Zorunda olmadığımı biliyordum ama bütün pisliklerine rağmen yanında olmayı seçseydim bir gün yaşadığın hayatın değerini anlayabilir miydin diye o kadar çok düşündüm ki. O yüzden bel bağlayacaksan sakın buna bel bağlama. Çünkü ne kadar iyi olursan ol, geçmişe bakıp düşündüğünde hep yapabileceğin ama yapmamayı tercih ettiğin başka bir şeyler buluyorsun. Bu taktik de işe yaramıyor. Ama seninkinden daha fazla iş görür tabi." "Sen benim için yapabileceğin her şeyi yaptın İpek. Ben hem kendimi hem seni sabote ettim durdum." Salonun lambasından mutfağa sızan loş ışıkta ayak parmaklarını seyrederek geçirdiği bir dakika boyunca konuştuklarının kritiğini yaparak oturdu. Frekansını o akşamüstüne nispeten düşürmüş olan öfkesi, Ateş karşısındayken hissetmeye alışık olduğu o anlayış ve sevgi karışımı olan o hissiyle yarışıyordu. "İpek," "Hmm." "Melisa'yı görebilir miyim?" Sorunun şaşkınlığıyla yerinde doğrulma isteğini zorla bastırıp parmaklarını inceleme işine ara vermeden konuştu. "Ona görünmezsen olur. Gittiğinde o sorularla yeniden baş başa kalmak istemiyorum." "Alt sokaktaki sarı ev var ya. Annemin evi orası. Yani eviydi. Eğer istersen kalırım." "Vereceğin kararların sorumluluklarını başkalarının üzerine yıkmaya çalışmaktan vazgeç Ateş. Ne istiyorsan onu yapabilirsin." İçinde hızla büyüyen umudun hayali ağzına hayali bir tokat patlattı. Dünyanın en ilginç şeyi oradaymış gibi gözlerini bir an bile ayırmadan parmaklarını izlemeye devam ederken gerilimden patlayacağını düşünmeye başlamıştı. "Sen izin vermeden senin burnunun dibine taşınmam. Hem Simge manyağı ağzımı burnumu kırar, hem de sen bunu hak etmiyorsun. Sorumluluk atmaya çalışmıyorum. Sevdiğim insanları düşünmeye çalışıyorum. Seni mutlu etmeyi deniyorum İpek. Sen ne dersen o." "İyi yarın ararım Simge'yi getirir Melisa'yı. Ama lütfen. Eğer gerçekten kalmayacaksan kendini ona gösterme olur mu?" Cümlesini bitirip ayaklanırken tezgaha tutundu. Dakikalardır iki büklüm durmaktan dizleri acımaya başlamıştı. Kendini doğrultmayı başardığında elini yerde oturan Ateş'e uzattı. "Kalk haydi. Uyuyalım artık. Geç oldu." Ateş İpek'in uzattığı eline bir saniye baktıktan sonra uzanıp tuttu. Destek alarak ayaklandıktan sonra, ellerini ayırmadan bir saniye daha öyle kaldılar. Salona çıktıklarında İpek duvardaki elektrik anahtarına uzanırken Ateş de dakikalar önce kalktığı koltuğa geri uzanmıştı. Işık kapanınca salona hakim olan gölgelerin yaratıcısı olan sokak lambalarının ışığı, pencerelerden sızıyordu. Merdivenlerin başında tereddüt içinde dikilen İpek, sızan ışıkta görülebildiğini biliyordu, ama kendisi koltuğun sırtlığının gölgesinde kalan Ateş'i seçemiyordu. "Bacağın mahvolacak orada. Kalk haydi. Yatakta yatarsın." Bu cümlelerle Ateş'in kaşlarının havalandığından neredeyse emindi. Sırıtıp göz kırptığından en ufak bir şüphesi yoktu. "Ay hayıır! Namuslu birisiyim been!" İpek Ateş'in ciyak ciyak taklidine gülümsememeyi denedi. "Cıvıtma istersen. Hem cidden, ağrı kesicilerin nerede senin?" "Yok. Kullanmıyorum." "Tabi kullanmazsın. Ölüsün sen. Kim verecek sana narkotik ağrı kesiciyi." "Değilim. Adli tıpta DNA örneği verdim. Ölüm kararım bozuldu." İpek hala kılını bile kıpırdatmadan yatan Ateş'i daha net görebilmek için salonun ışığını yeniden açtı. "Ağrı kesici için yemeyeceğin bir halt yok değil mi? Dünya yerinden oynasa yapmazsın çünkü." "İbuprofen kullanıyorum. Onu da eczaneler şeker satar gibi satıyor zaten biliyorsun. Yakında şehir suyuna da karıştıracaklar." "Evet. Düzen taşlamaların bittiyse ne şeytanlıklar peşinde olduğunu açıklamayı düşünüyor musun?" "Sen demedin mi geç oldu diye? Dedin mi demedin mi? Uyusana artık. Ha doğru. Bensiz uyuyamıyorsun sen. O yüzden oyalayıp duruyorsun değil mi? İpek hocaam. Sen yok musun sen? Çakal seni?" "Tamam Ateş. Kes. Ayrıca, ne halin varsa gör." İpek salonun ışığını yeniden kapatıp ikinci kez merdivenlere ilerledi. Koltuktaki hareketlenmeyi fark ettiğinde üç basamak bile tırmanmamıştı henüz. Peşinden gelen ayak seslerini odasına kadar duymazdan gelmeyi başarmıştı. Yatağının başına yürüyüp yastığını alırken Melisa'nın prenses yatağında uyumayı planlıyordu. Kızının kullanmayı kesin bir şekilde reddettiği yatağı, İpek'i taşıyacak kadar sağlamdı. Yani İpek öyle olmasını umuyordu. "Sen yat burada. Sonra yok kolum ağrıdı yok bacağım ağrıdı deme bana." İpek huysuzlanarak konuşmayı denedi ama yüzündeki sakin ifadenin farkındaydı. "Sen, nerede uyuyacaksın?" "Melisa'nın yatağında. Kocaman yatak aldım hanım efendiye, bir gün bile yatmadı. Çöktü buraya kaldı." "Burada uyusan?" İpek'in gözleri bütün odayı tarayarak etrafta gezindi. Aklına esenleri yaptığında kötü şeyler olacağına dair yaşadığı mantıksız inancını görmezden gelmeyi deniyordu. "Bilemiyorum." "Haydi be İpek? Uyuyacağız sadece alt tarafı? Hı?" Bir an daha tereddüt ettikten sonra son bir kez Ateş'in önünde dikildiği kapıya baktı. Yastığı aldığı yere geri bırakırken içini çekti. "İyi peki." Ateş'in gülüşünü soluk alıp verişinden duymuştu. Söz konusu kişiye bakmayı ısrarla reddederek bedenini serin gece havasından korumak için ince yorganın altına kaydı. "Bir dizide görmüştüm. Böyle yıllardır ayrı olan bir çift beraber uyurken aralarına kılıç koyuyorlardı." "Valla İpek hocam bastonu koyardım ama aşağıda kaldı. Şimdi bu bacakla öldürsen inip alamam kusura bakmayacaksın artık." İpek sessizce güldü. "Gerek yok Ateş. Biliyorum. Sen niyeti bozmayagör kılıç falan kurtarmaz zaten." "Aşk olsun İpek hocam. Gerçekten kırıyorsun beni." "Sen de görmeyeli amma kırılgan bir şey olmuşsun. Dokunsam ağlıyorsun." "Bak şimdi sen özlemişsindir. Kaç zaman oldu benmişim gibi davranmıyorsundur Allah bilir. E tabi kime davranacaksın benmişim gibi. O salak kayıtçıya mı çatlak Simge'ye mi? Neyse. Ben de senmişim gibi davranmıyorum. Ödeştik sayılır. Şimdi sen sevgi dolu bir insan olduğun için, ki şu anda o ben oluyorum; benim gibi güven verici bir insanın kanatları altında uyuman gerekiyor. Ki o güven verici insan da sen oluyorsun. Kapito?" İpek derin bir nefes aldı. Yorulmuş zihni Ateş'in saçmalamalarına yetişemiyordu. "Ateş, ne istiyorsun?" "Ben değil. Sen. Sen istiyorsun. Benim omzumda uyumak. Ama ben sen olduğuma göre birinin de ben olması gerekiyor. O da sen oluyorsun." İpek tavana hitaben gözlerini devirdi. "Tamam Ateş. Sus lütfen." "İyi aç kolunu da susayım." İpek harekete geçmeden önce bir dakika düşündü. Böyle aralarında otuz santim boşlukla yatarken özleminin arttığını hissediyordu. Kalkıp Melisa'nın prenses yatağına kaçmayı aklından geçirdi. İstediği şey bu değildi. "Ne istiyorsan yap," dedi kendi kendine. Zaten başına gelmeyen kalmamıştı öyle değil mi? Bu politikanın çok da sağlıklı olmadığını bile bile harekete geçmek pek akılcı değildi. Ama kendisiyle oturduğu müzakere masasındaki en geçer akçenin bu olduğunu biliyordu. "Sanki çok umurunda," dedi diğer yarısına. "Yok daha ne olurmuş da yok bilmem neymiş. Özlemişsin işte. İster kabul et ister etme. İşine gelmiyorsa da kalk git prenses yatağında uyu." Kendi kendiyle ettiği usturupsuz kavgadan sonra hiçbir şey olmamış gibi yanındaki Ateş'e bakıp kolunu yana açtı. Bu hareketi bekleyen Ateş bir saniye bile kaybetmeden İpek'in omzuyla gövdesi arasındaki boşluğa yerleşip başını göğsüne yasladı. Yaşadığı kısa tereddütten sonra üstte kalan sol kolunu da İpek'in bedenine sararak yerine iyice yerleşmişti. Ateş'in soluk alıp verişleri ağırlaşıp sahibinin uyuduğunu ilan ettikten çok sonra İpek, gözleri dışarıdaki manzaraya dikili, uyanık halde yatıyordu. Kollarının arasındaki bilinmezlikle ne yapması gerektiğini düşünerek geçirdiği dakikalar boyunca izlediği durağan görüntü artık aklına kazınmış gibiydi. Adaya has tenha sokaklar, bahçesindeki ağaçlar ve çok da uzakta olmayan denizden bir parça. Ve tabi hepsini aydınlatan yarısı yenmiş bir tepsi kek gibi görünen ay. Her şey yerli yerinde duruyordu. Aynı değişmezlikleriyle, somut ve umursamazlardı. İçinde bulunduğu gerçeklik gibi. Yalnızca ay hareket etmişti. Yerinden bir milim bile kıpırdamamış olan nesnelere başka bir açıyla dokunuyordu. Nesneler yerli yerindeydi. Ama yere düşen silik gölgeleri, onların yeri değişmişti. Bunu fark etmiş olmak İpek'e nedenini anlayamadığı bir huzur getirmişti. O gün geleceğinin bir başka bilinmezliğe doğru hareketlendiğini biliyordu. Ateş'in inadı yüzünden Ankara'ya kadar arabayla gidip geldikleri günü hatırladı. O gün gibiydi. Sanki o çember bir dönüş daha yapıyordu. Etraflarını sararak, değişerek ve dönüşerek yeniden önlerinde açılıyordu. İpek Ateş ile aralarındaki değişken iletişimin hangi ilişki türünde yeniden katılaşacağını bilmiyordu. Ne olsun istediğinden de emin değildi. Yalnızca içinde bulunduğu anın tadını çıkarmak istiyordu. Bir gün sonrasını ya da bir yıl sonrasını, bir gün ya da bir yıl sonra düşünecekti. Hayattan her istediğini söke söke aldığı zamanları gerilerde bırakmıştı. Bunun için enerjisi kalmadığını biliyordu. Artık önüne gelenlerle mutlu olmakla yetinecekti. Bedenini omzunda uyuyan bedene çevirirken yavaşça hareket etti. Bir an durup soluk alıp verişlerinin değişip değişmediğini dinledi. Değişmemişti. Rahatlayarak kollarını yanındaki bedene doladı. Çenesini omzundaki başa yasladı. Ağırlaşan göz kapaklarını yumup kendini uykunun kollarına bırakırken rüyasında aydınlık bir gün görmeyi diledi. Herkesin sağlıklı ve mutlu olduğu, eskilerden gelen, dostlarla ve gülüşlerle dolu bir gün...

Hekimoğlu | YasDonde viven las historias. Descúbrelo ahora