BÖLÜM 2: SOLUK TENLİ YILDIZLAR

1.3K 91 27
                                    

Bölüm Müziği: Emre Fel - Gök'Yüzünde

Pek sevmezdim kurgusal kitapları. Biyografi veya tarihi kitaplar ilk tercihim olurdu. Gerçek hayatı anlayabilmenin temel kuralıydı, insanlığın geçmişiyle yüzleşmek. Geçmişlerine dokunurdum. Üzerine bastığımız toprağın altında bilmem kaçıncı çürümüş kemikleriyle bizi karşılayan askerlerimizi hissetmek isterdim. Bu sebepten kurgusal metinlere bağlılığım zayıftı. Birkaç sayfa ötesine geçemezdim. Ta ki Mısra Karataş'la hayalî defterlerimizi yazana kadar... Gözlerini yumunca diğer günün planlarını üreten Ogün, ilk kez var olmayan dünyaları tasarlamıştı. Bizi anlatabilecek herhangi bir şey ararken, bize ait olan milyonlarca sözcüğü hissettiğim an yazmaya başlamıştım. Bir yazar değildim. Aşkıyla koca koca dağları delecek olan Ferhat da değildim. Sadece hissediyordum. Hissettiğim kadar da ona adıyordum kendimi. Satırların ucuna astığım virgüllere tutunuyordum, belki parmak uçlarını onun üzerine sürür diye. Bu yüzden sevmezdim kurgusal kitapları... Eğer onlar gerçek olsaydı, biz de olurduk.

Mısra Karataş, narindi benim gözümde. Geçmişte bir yerlerde incinmişti küçük kalbi. Belki de bu yüzden sığınmıştı kendi duvarlarına. Gömüldüğü mavi suların içine... Tabii bilmezdim ilk zamanlar bir denizkızıyla konuştuğumu. Avuçlarımdaki bir mızrağın ucuna bakardı acılarına son vermem. Yapmadım. Yapamadım... Bu yüzden gerçek olamadık biz, hem de bir daha var olamayacak kadar...

Çok insan tanıdım ben. Tanıştırıldım. El bile tokuştuğum oldu, insan olmaya çalışanlarla... Sanki başka bir cevabı varmış gibi "Nasılsın?" diye sormuşlardı bana. Oysa biz hep tek bir cevabını kullanırdık. Onun gölgesinde yaşardık konuşmadıklarımızı. Biraz da göz göze geldiğin o yansımanda... İşte ben tam o zaman anlardım Mısra'nın buz kesilmiş olan dilini. Çünkü o yalan söylemeye alışkın değildi. Beceremezdi. Bu yüzden "Nasılsın?" diye sorulduğunda susardı bacaksız. Susturulurdu...

"Bir an hiç gelmeyeceksin sandım, Ogün."

"Birkaç işim vardı."

"Nasılsın?"

"İyiyim."

Özgürlük, evin kapısından çıktığın anda başlamıyordu aslında. Özgürlük, ruhunun nefes alıp vermesine sebep olacak bir bedene sıkıştırıldığı andan itibaren bitmişti. Her şey bir kurala bağlıydı. İyi değilsen, özgür sandığın tüm şeyler giderdi. Sen giderdin. Ve senin gibi olanlar...

"Sana bahsettiğim çocuklar, Aykut ve Burhan."

Çocuklar benimle tokalaşmak için ellerini uzatsa da ben sadece onlara selam verir gibi başımı sallamıştım. Ellerini geri çektiler ve onlar da bana kafalarını bir kez sallamışlardı. Arkadaş olmak için gelmemiştim buraya. Onların patronu da değildim. Sadece bana yapacakları iyiliğin karşılığını birkaç lirayla ödüllendirecektim. Bunu fark etmelerini istedim. Artık kimseye dokunmaya dâhi tahammül edemediğimi anlamalarını istiyordum. Mümkün olduğunca onlarla göz teması kurmuyordum. Bunu belli etmemek adına güneş gözlüğümü takmıştım. Kelimeler yeterdi anlaşmamıza...

"Kaç kişi olacaklar?" diye sordu, Harun.

"Sayıca fazlalar."

"Kendinizi tehlikeye mi atacaksın, Ogün?"

"Sadece kendimi..."

"Ne?"

"Sadece kendimi," diye yineledim.

Bugün hava oldukça solgundu. Yorgun bir hissi vardı gökyüzünün. Omuzlarımda ağırlık yapıyordu, hissedebiliyorum... Birkaç adım ötemizden geçen insanların gölgelerine gömülüp gittiğini, anlayabiliyorum... Belki de bu yüzden yağmamıştı yağmur. Silmek istememişti insanların kendi içinde öldüğü o mezarlıkları. Sadece solmuştu. Kuraklaşmıştı... Boştu gökyüzü... Bomboş. İçim kadar boş! Düşüncelerim kadar dolu... Hem hepsi, hem de hiçbiri. Veya hiç kimsesiz...

"Ogün, bence pek sağlıklı düşünmüyorsun."

Başımı ağır bir şekilde Harun'a çevirdim. "İnsanlığın en büyük korkusunun ölüm olduğunu fark ettiğim gün babam bana bir şey demişti."

"Ne demişti?"

"Acıyı tatmadan ölümü yaşayamazsın, Ogün..."

Belki de bu yüzden solgundu gökyüzü, babam kadar solgun... Ona dokunduğumda, damarlarında kuruyup giden kan damlalarını hissettiğim ânı hatırladım. Bir daha ona "Baba," diye seslenemeyecek kadar gittiğini kabullendiğim o saniyelerde nasıl büyük bir acı hissettiğimi hatırladım. O acıdan sonra farazi ölümün ne olduğunu çok iyi anlamıştım. Koca okyanusun varisi, kendi gözyaşlarında boğulmuştu babasına sarılırken... Hareketsiz bir bedenin kurumuş topraklarına çakıldı okyanusun dalgaları... Ardından gece oldu. Yürüdü avcı. Son avının penceresine baktı. Denizkızının ölmek isteyecek kadar kaybolduğu o acılarını hissetti. Suskun sokağın serzenişlerini dinledi avcı. Sessizce sayıklanan ölüm kokulu duvarlarını... Ta ki gece ona kendi ismini fısıldayana dek dinlemişti.

Oysa sevmezdim müzikleri. Ruhuma dokunan hiçbir şeyi sevmezdim. Dünya'nın beni ezip geçen notalarına pek ilgim yoktu. Benim için sevgi veya aşk tanımlanamazdı. Sevgi, fedakârlık isterdi. Aşk ise bir kurban... İkisi mükemmel bir uyum içerisindeydi. İnsanlar bilincinde olmadan bağlanırdı bu ikisine. Gün doğunda göz göze geldiği gecesini bilmezdi. Kaç asrı eskittiği o irislerinde son demlerine adım adım yaklaştığını hissedemezdi. Çünkü sığındığı geceler onun üzerine dökmüştü yıldızlarını. Parçalara ayrılırdı ruhu. Sevdiğin kadar feda ederdin kendini. Hem de feda ettiklerinin kurbanı olacağını bile bile...

Kaybolmuş semtin ıslıkları, dingin sersemliğime eşlik etmişti. Böylelikle yanımdan sıyrılıp gitti diğerleri. Arabalar geçti. Bizden geçti. Takvimler geçti. Zaman için artık her şey çok geçti...

Kim bilebilir, belki de bu sebepten zamanla düştüğüm o parkın bakından kalkamamıştım. Mısra, arkadaşlarıyla oturduğu o bankta kafasını çevirip bana baktı. Ayaklanıp üzerime doğru geldiğinde bile sadece onu izliyordum. Karşıma dikildiğinde ve öylece bana baktığında, az önce sigara yakmak için ceketimin cebine uzanan elimi bir daha hareket ettiremeyecek kadar donuk bir şekilde onu izlemiştim. Bugün saçlarını taramamıştı. Öylece bırakmış... Omuzlarının biraz aşağısında kalan kahverengi saçları artık dalgalıydı. Gözleri, uyumadığını belli eder gibi şişmiş ve kızarmıştı. Ben tepkisiz kaldıkça küçük narin dudaklarını parçalamak ister gibi ısırdı. O her dişlerini dudağına geçirdiğinde kaşlarımın çatıklığı derinleşiyordu. Benim amacım öfkesini kendisinden çıkarması değildi... Ben sadece son 12 gecemizde uzaktan da olsa onunla vedalaşmak istemiştim. Yine yokmuşum gibi davranabilirdi. Hatta ona sarılmayı düşündüğüm o son gecemizde bana tepkisiz bile kalabilirdi. Sorun etmezdim, ne de olsa bacaksız bana hepsini daha öncesinde yaşatmıştı...

Kırık bulutların cılızlığına, soluk tenli yıldızların yası eşlik etmişti. Gece vakti yakındı. Tüm boşluğumun içine sızmak üzereydi. Bu yüzden gittim. Mısra'nın peşimden gelmemesi umuduyla yürüdüm. Ona eski Ogün Enes'i veremezdim, aynı şekilde o da bana eski Mısra Karataş'ı veremezdi... Sadece geriye döndüğümde anlatılacak kadar güzel bir şeydi benim için. Orada kalmıştı. Orada kalmalıydı. Çünkü dediğim gibi, zaman için artık her şey çok geçti.

ayten okay

12 GECE | OGÜN ENESHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin