3. BÖLÜM "ELÇİ"

477 42 25
                                    

"Hey bekle."

Arkamdaki, adının Uraz olduğunu öğrendiğim oğlan koluma ani bir şekilde atılınca neler olduğunu başta kavrayamasam da kolumu ellerinden kurtardım. Yaptığı hareketle kaşlarım istemsizce çatılmıştı. Kendimi ona doğru döndürdüğüm sırada konuşmak için aralanan dudaklarım onun sesinde kaybolarak kapanmak zorunda kaldı.

"Aymira. Bu sensin."

Ne dediği, ne yapmaya çalıştığı hakkında en ufak bir fikre sahip değildim. İçten bir kızgınlığı mimiklerime yerleştirirken "Anlamadım?" dedim.

"Sensin..." dedi, bana doğru yaklaştığı sırada. Tehlikenin etkisi ile refleks olarak geriledim. "...Edward ben." dediğinde yine ne yapmaya çalıştığını anlamaya çalışıyordum. "Dünyadan..." Ben gerileyince rahatsızlığımı fark etmiş olacak, yerinde durarak konuşmasına devam etti. "Kas yarması, Ed." dediğinde gülmüştü, sanki.

Aklıma, dünyadan kareler gelirken son sözleri ile ne demeye çalıştığını anladım ama onun burada ne işi vardı? Tanrım! Şu lanet olası yerde kafamı yemeye ramak kalmıştı. "Nasıl..." dedim, aklımın karıştığı sırada geveleyerek. "...Uraz kim? Sen Ed isen."

"Dünya'da Edward olarak tanınan birisiydim. Gerçek boyutum, Ay Kuşağı."

"Nasıl..."

"Dünya'da gördüğün bazı kişiler elçidir, Aymira. Koruduğu özel kişiler vardır. Benim dünyadaki görevim ise seni korumaktı. Halen orada olduğunu düşünüyordum. Demek ki bir süredir bu yüzden çağrılmıyordum..." Düşünceli sesi koridoru doldururken delirmek üzereydim. İnanmak saçmalıktı, inanmamak daha beterdi. Mary'e, yılanlara, ruhlara, kendi kötü aksime inanıyor ve onaylıyorsam bu da saçma gelmemeliydi fakat benim bir yere kadar algılayabilme gücüm vardı. Bu kadarı da gerçekten fazlaydı.

"Melisa..." dedim kafa karışıklığım sesime de yansırken. "...gitsek iyi olacak."    



Can sıkıntısından boğulduğum sırada, yanı başımdaki değneği elime alarak yerde gezdirmeye başladım ve yürüdüm. Kapıyı zar zor bulduğumda açtım. Açmamla saçlarımın savrulması bir oldu. Sanırım odanın penceresi açıktı. Korkarak adım attım. Her an aşağı uçabilirdim. Çünkü burada bir yerde merdiven vardı. Melisa ile okulu gezmek için indiğimizde onu kullanmıştık. Elimdeki değnekle merdiveni yoklayarak indim. Sonunda...

Hiç ses yoktu. Bu insanlar neredeydi böyle? Ya da... Her ne ise işte. Biraz daha ilerleyince elimdeki değnek bir yere çarptı. Onu aramak için eğildiğimde aynı şeye bende çarptım. Sanırsam sehpaydı. Ağrıyan başımı tuttum, kanayan yarayı umursamadan. Sessizce lanetimi savururken birisi seslendi.

"Tatlım yanına gelecektim bend... Tanrılar aşkına! Kafandaki kanda ne? Ne oldu sana bir tanem?"

Sanırım bu Zehra dedikleri kişiydi. Dün saçımı yıkamama yardım eden. Annemden göremediğim şefkati gösteren kadın. Onun yanında yıkanmak... Tanrım bu utanç vericiydi! Yinede hayatımdaki iki erkeğin bu konulardaki yardımından iyidir diyerek aklımdakileri geçiştirdim.

Zehra teyze hangi ara yukarı çıkarttı, pansuman yaptı, sonrada üstümü değiştirip yatağa soktu anlayamadım. Kadın ışık hızında her şeyi halledivermişti. Bana da bu rahatlığın tadını çıkartmak gerekiyordu herhalde. Nasıl çıkarsa artık...




Yine aynı boşluğa açtım yeşilin karaya çalmış haliyle gözlerimi. Tamı tamına bir haftadır böyle değil miydi zaten? Hep aynı karanlık... Hep aynı yalnızlık... Hep şu hiçsizlik hissi...

Seslenmek istedim bir an... Ben uyandım demek... Sonra... Sonra ne olacaktı ki? Kim ne diyecekti bana? Olmayan duygularımın arasında kanat çırpan acılarım girdiği çıkmazdan kurtulmak isterken sabırsızdı. Tıpkı suskunluğum gibi. Sabırsızdım susmaya. Susup bir daha konuşmamaya dilek tutuyordum, donuk bir şekilde. Zaten yaptığım tek şey, boşluğa saatlerce bakmaktı. Kim düşünmeden izlerdi karanlığı? Ben kavgalarım arasında zamansız unutulmuşlukta haber bekliyordum. Sorunda buydu. Beklediğim haberin bile ne olduğunu bilmiyordum.

Galanodel ✓Where stories live. Discover now