10. BÖLÜM "KARA BÜYÜCÜ VE GALAN"

291 29 22
                                    

Gözlerimdeki perde kalktığından beri kaldığım ikilemde dibe batıp her defasında geri yüzeye çıkıyordum. Saçlarımda gördüğüm yılanları çevreme anlatamamak, benim gördüğüm şeyleri onlara dillendirememek itiyordu, beni arafa.

Aslında ben... Karanlığı istiyordum. Ya da belki kırmızı... Kızıl... Kan rengi... Ben alanın en koyu tonunu istiyordum.

Herkes kendi karanlığında boğulurken ben kanlar için de dibe batıyordum. Mahsulü göz yaşı olan acı da boğulup ağlamamak için amansız bir çaba sarf ediyordum. Her gördüğüm yere bakıp buruk bir şekilde gülümsemek kalbimi paramparça ediyordu. Belki kendim doğrultsam kurşunu yüreğime daha az acı verirdi.

Görebildiğime sevinmek yerine neden anlam veremediğim bir şekilde titriyordum? Neden çıkıp etrafı kolaçan etmiyordum? İçimdeki bu tarif edemediğim hisler de neyin nesiydi?

Daha fazla kendime hesap sormadan kalktım yataktan. Ahşap dolaba ilerlerken bir yandan da kaldığım şehre, ah (!), boyut saçmalığına sövemeden duramıyordum.

Tanrı aşkına! Kim kurbağa şeklinde bir koltuk isterdi ki? Gerçi odaya neşe katan tek şey de oydu. Orası ayrı mesele. Ama cidden iğrençti! Ya da asmaların penceremin içinden içeri kadar gelmesine ne demeli? Doğru ya. Bu asmalar yüzünden cereyan yapıyordu pencereler. Ah... Unutmadan söyleyeyim, giysi dolabının yanında ağaç kabuğundan bir de giyinme kabini var. Banyo dururken neden bir aptal gibi onu kullanacaktım ki? Süs olsun diye koymuşlardı akılları sıra.

Cidden ya... Odam tam bir amazonu andırıyordu ya da en güzelinden muson ormanlarını!

"Bir tazmanya canavarın eksik yani." dedim aynada parlayan çirkin suretime bakarak.

Son söylediğim ağzımdan sesli bir şekilde çıkarken ahşap kapı hızla açıldı. Açılır açılmaz da cereyan yaptı tabii. Acaba bu evde sadece benim odam mı cereyan yapıyordu? Hayır, geldiğim günden beri durum değişmiyordu.

"Naber aslanım?" diyerek içeri giren Barış son günlerde feci derecede canımı sıkmaya başlamıştı. Ulan Rüzgar... Seni bir elime geçireyim, var ya.... Nasıl lakabının hakkını veriyorum, gör sen. Sarı papağan, ne olacak...

Uzuna aldırmadan ahşap, üzerinde fil dişi renginde işlemeler olan dolabı açtım. Çıkardığı gıcırtıyla suratımı ekşitirken kulaklarımı tıkama isteğini zar zor bastırdım. Koyu yeşil deri ceketimi askılıktan çıkartırken Barış konuştu.

"Hadi ama asker, bu kadar kızmana gerek yok."

Göz ucuyla baktım dolaba yaslanıp kollarını birbirine bağlamış Barış'a. Yanaklarına sevimli gamzelerini yerleştirmiş, aklı sıra beni konuşturmaya çalışıyordu.

Önüme dönüp kafamı salladım. Asla akıllanmayacaktı bu çocuk. Elimdeki askıyı dolaba gelişi güzel fırlattıktan sonra, o iğrenç sese aldırmadan dolabın kapağını kapattım.

Ceketi kolumdan geçirip saçlarımı savuracaktım ki... Saçlarımın uzun olmadığı aklıma geldi. Bozuntuya vermemeye çalışsamda başımın üstünde kalan ellerim kendini fazlası ile ele veriyordu. Of çekip çalışma masamın üzerinde duran tuşlu telefonu elime aldım. Ceketimin cebine koyarken bir yandan da kafam kadar olmadığına seviniyordum. Yunanistan'da kalan telefonum, bırak pantolon cebini montun cebine bile sığmıyordu. Bu ufaklıkla iyi anlaşıyorduk aslında. Geldiğimde vermişlerdi. Kullanmış mıydım? Tabii ki de hayır. Kendimi aciz hissettiğimden dolayı elime bile almamıştım.

"Nereye gidiyorsun?" diyen Barış'a bu sefer susması için cevap verdim. Biliyordum. Sen konuşmasan bile, senin sinirlerini bozarak konuşturan insanlardandı. Ah! Tamam... Tamam... Büyücülerdendi.

Galanodel ✓Wo Geschichten leben. Entdecke jetzt