üç

238 27 132
                                    

"Yanlış atıyorsun," dedi Oliver dereye attığım taşın iki kez sektiğini görünce oturduğu kayadan kalkıp yanıma geldi. Bulutlu havada ara ara damlalar dökülüyordu. Bir tanesi yanağımın üstüne konunca yün hırkamın koluyla sildim. Elimdeki bir taşı alıp üç kez sektirdikten sonra yerden bir tane daha alıp, öncekinin yerine bıraktı. Kahverengi gözleri bulutlu havanın griliğinin altında neredeyse eflatunu andıran bir renk irisinin etrafını çevrelemişti. Yoğun nemden öndeki uzun saçları biraz alnına yapışmışlardı.

"Belki sadece iki kez sektirmek istiyorumdur."

Keten pantolonuna yapışmış saman ve toprağı silkelerken arkasını döndü. Ormanın gerisine baktı. "Sence ormanın gerisinde ne var? Sisin ardında?"

Oliver'ın baktığı yere baktım. Hiçbir zaman sisin gerisini görmemiştim. Kasabanın dışındaki köyün tepelerinde yaz ya da kış fark etmeksizin hep sis olurdu. Bulutlar, yağmur, insanı boğan nem ve karanlık orman zarar gelebileceğini düşündüğüm tek varlıklara, insanlara bile sığınmasına neden olabilecek kadar tekinsiz görünüyordu hep. Ama kimsenin buradan bahsettiğini duymamıştım. Tüm Sileby zaten ormanlarla ve yeşillikle doluyken emindim ki burayı diğerlerinden daha dikkat çekici yapacak bir özellikle gelemiyordu insanlar. Ya da verdiği tekinsizlik hissinden öylesine çekiniyorlardı ki, ağızlarına almayı dahi lanetli görüyorlardı.

"Bakmak ister misin?"

Sorumla birlikte Oliver bana deliymişim gibi baktı. "Aklını mı kaçırdın? Ne ile karşılaşacağını bilemezsin."

Onun korkaklığı karşısında gülmekten kendimi alamadım. Bana nazaran daha çok batıl inançları olan biri olmuştu her zaman. "Ne ile? Hayaletler? Cadılar? Paganlar? Duruidler?"

Oliver ormanın içine bakarken kaşlarını çatmıştı. Tenindeki renksizlik ve beyazlık bu havada daha da çok ortadaydı şimdi. Büyüdükçe gözlerinin altındaki kemikler belirginleşip, yanaklarının olması gereken yerler etten çok uzatta çukurlardı. Uyuyamayıp ağlayan kardeşlerini sabaha kadar susturmaya çalıştıktan sonra erkenden kalkıp, ahırdakilere yardım ettiği günlerde özellikle yüzü daha çökük görünüyordu. Gözlerinin altı, yanakları, güçlü ve belirgin çene hattı ile bağlanan çenesi... Hep solgun, renksiz ve zayıf görünmesine rağmen evlerinde çalışan tonla kişiye yardım etmekten çekinmeyecek kadar güçlüydü. Kemikli yapısına rağmen omuzları ve göğsü genişti- belki de nedeni buydu. Byron ile annesi evlendiğinden beri daha iyi besleniyor olsa da, çocukluğunda aylarca yalnızca et suyu ve kuru ekmek parçalarıyla beslendiklerini biliyordum.

"Ne?" dedi her yeri morluk içindeki uzun parmaklarıyla yüzüne dokundu. Ona baktığımı yakalamıştı. "Yüzümde bir şey mi var?"

"Hayır," dedim yüzümü çevirmeye kendimi zorladım. Ve kızdım. Onu böyle incelemek, dış görünüşü tarafından dikkatimin dağılmasına izin vermek istememiştim.

Sessizliğe gömülüp neden onu izlemiş oldjğıma dair bir cevap bekleyerek bana bakmakta olduğunu hissettim yanımda. Tüylerin diken diken olup, onun vücudundan yayılan sıcaklığı sanki tenimden içeriye batırıyormuş kadar net hissettiğimde bile bakmamakta ısrarcı davrandım. Oliver verdiğim minicik açığı yakalamakta ısrarcıyken ben ona izin vermeyecektim.

"Oraya gitmeyi aklından geçirme, Connie."

"Neden? Ne olacağını düşünüyorsun?"

"Orada ne olduğunu bilemezsin. Ayılar için kurulan tuzaklar, köle pazarı için çalışan çingeneler, ayin yapan deliler. Her şey olabilir."

Oliver'a ne kadar gülsem de aslında verdiği tepkinin abartılı olmadığını biliyordum. Orada her şey olabilirdi. Ancak yaşayan birinin varlığına dair hiçbir şey göremeyeceğimden neredeyse emindim. Çok sessiz, çok karanlık, çok ıssızdı. Bir insanın başını eğip ellerine baktığında bile avuçlarını görebileceğinden şüpheliydim.

Lake in the MoorWhere stories live. Discover now