on dokuz

183 23 90
                                    

"Connie," adımın seslenildiğini duydum ama uykum çok ağırdı. Hareket edemedim. Ardından tekrar adım seslenildi. Sonra tekrar.

En sonunda sertçe yatağımda sarsılınca gözlerimi açtım aniden.

Annemin rengi gitmiş gibi beni sallıyordu. Dışarıya baktım. Hala zifiri karanlıktı. Annem hep sabahın çok erken saatlerinde uyanırdı ama beni güneş doğana kadar uyandırmazdı genellikle. Üstelik kasabaya, terzi dükkanına, inmek için giyinmemişti bile. Hala geceliği üstündeydi.

"Anne?"

"Benim odamda uyuyacağız, hadi."

"Ne? Neden?" Gözlerimi ovuşturdum. Camıma vuran yağmur damlaları sertleşmiş, ürpertici bir ses çıkarır olmuşlardı. Gözlerim zifiri karanlığa alışmaya çalışırken annemin mum tuttuğunu yeni gördüm.

"Hadi gel canım, anlatacağım."

Yatağımdan kalkıp annemin odasına girdim. Babam çok uzun süredir olmadığından artık bu oda tamamen annemin kişisel alanı olmuştu. Her yerde örgüler, sipariş detayları ve çizimler vardı. En azından dört tane lamba yanıyordu ama perdeleri tamamen çekmiş, uçlarını da taşlarla sıkıştırmıştı asla içerisi görünmesin diye.

Büyük yatağa otururken komidinin üstündeki sıra sıra hançeri, bıçakları ve kazıkları gördüm. Tüm uykum bir anda kaçtı. Annem de kapısını uzun uzun kilitleyip dualar etmeye başladı.

"Anne," dedim tedirginlikle. "Neler oluyor? Ne yapıyoruz? Luni nerede? Tipper?"

"Luni kendi odasında, sığınağa yakın yerde. Tipper perdenin altında saklanıyor."

"Saat kaç? Gün doğdu mu? Neden bu kadar sessiz her şey?"

"Şhh," annem yüksek sesimi bastırmaya çalıştı. Örülü saçımdan çıkan saçları yüzümden çekip yanıma oturdu. Endişe, korku, merak birbirine düğümlenirken oda gittikçe daha da dar gelmeye başlıyordu. Oysa evin en büyük odasıydı. "Saat üç. Bundan yirmi dakika önce kadar kilise çanı çalındı."

"Neden?"

Annem tekrar dualar okuduktan sonra elini göğsüne bastırdı. "Connie, o ormanda bir şeyler dönüyor."

Nefesimi tuttum. Tırnaklarım derime geçirdim. O ormanda bir şeyler oluyor. Evet. Evet, ben de biliyordum. Ama sonunda her şey yolunda sanıyordum. Yazın sonundan beri bir şey olmamıştı. İnsanlar çok daha dikkatliydi ama Aralık'ın gelmesi ve kar yağışıyla unutmaya başlamışlardı bile olanları. Kimse ne Christian Luther'a ne de Walsh'a ne de hala konuşamayan küçük çocuğa ne olduğunu biliyordu.

"Neden böyle söyledin? Yine birileri mi öldürülmüş?"

Annem başını iki yana salladı. Onu ilk kez böylesine korkmuş görüyordum. Her cümlesine başlamadan önce dua okuyordu. "Alistair'in keçileri. Hepsi kilisenin önüne asılmış. Kanlarıyla da rahibin adını yazmışlar."

Ağzıma gelen midemi geri yutmaya çalıştım. Annemi de bir yandan sakinleştirmeye çalışıyordum. "Anne bu... kötü bir şaka olmalı. Endişelenme. Ormanla ilgisi ne?"

"Alistair keçilerinin önce ormana kaçtıklarını sonra onları orada bulduğunu söyledi. Ve... Tanrım. Kim böyle bir şeyi yapar? Alastair'in tüm geçiminin keçileri olduğunu tüm kasaba biliyorken, o bu kadar iyi bir adamken..."

"İçkiyi kaçırmış olmasın? Belki sadece sarhoştu?" Söylediklerime kendim bile inanmıyordum. Yine de annem benden çok daha panikliyor gibiydi. "Hiç kimseye bir şey olmadı ya?"

Annem başını iki yana hızlı hızlı sallarken koyu karamel kahvesi saçları da etrafına saçıldılar. "Hayır. Kimse bir şey olmadığını söyledi. Keçiler dışında. Ama bu doğru değil, Connie. Kendimi bildiğimden beri bu kasabadayım. Babansa senelerini burada geçirdi. İkimiz de daha önce hiç böyle bir şeyle karşılaşmamıştık. İyiye işaret değil. Yüce İsa bizi korusun."

Lake in the MoorHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin