sekiz

193 31 154
                                    

Oliver nefes nefese tepeyi çıktıktan sonra sırtını ağaca verdi. Yağmur şimdi iyice azalmıştı. Şapkamın içinde çok da ıslaklığı hissetmiyordum ama Oliver'ın saçları süte düşmüş bir kedi yavrusunu andırıyordu.

"Kaybettin," dedim bir nebze görünen güneşe çevirdim gözlerimi. Oliver nefeslenmek için beklerken elini susmam için kaldırdı. Benim konuşmam bile onu yoruyor gibiydi. Sabah içtiklerini hala çıkartmadığına göre bence iyi durumdaydı.

"Tipper ile ruhlarınızı değiş tokuş ettiğinize yemin edebilirim."

"Ha-ha. Komiksin, Oakley. Ama buraya ka—"

"Şhh," Oliver'ın ifadesi bir anda ciddileşip eliyle ağzımı kapattı. Kan kokusu yine burnuma doldu. "Duydun mu?"

Başımı iki yana salladım. Ormana bakmaya devam ederken Oliver elini yüzümden çekti ama orada durmam için omzumu bastırdı. Kendisi gidip ağaçların gerisine baktı. "Çayıra gidelim. Menekşelerin olduğu. Burası hala bana tekin gelmiyor, Connie."

"Korkaklık mı ediyorsun?"

"Evet. Hayatımızın son bulmasından korkuyorum, Connie. Eğer seni vazgeçirecekse korkak ve canlı olmayı cesur ve aptal olmaya tercih ederim."

Ormana yine baktım. Ne bir şey duyuyordum ne de görüyordum. Oliver yanımdayken kendimden emin konuşmak basitti ama orada tek başıma olmayı hayal edemiyordum.

"Tamam," dedim sonunda ona hak vererek.

O da çabuk ikna olmama şaşırmış gibi beni süzdü. "Gerçekten mi? Beni sürüklemeye çalışmayacak mısın?"

"Hayır. Thompson davetinden sonra kasabamızın o kadar da sıkıcı olmadığını düşünmeye başladım."

"Connie, endişelenmen gereken bir şey olmadığını sana söyledim. Üstelik Thompson kızlarından biriyle konuştum birkaç gün önce. Ah... Daphne? Ve Jane? Sanırım."

Hah. Şu mesele. Ben cezadayken, ve Oliver'ı göremezken, onun Thompsonlar'dan biriyle görüşeceği ihtimalini düşünmemiştim. Kendi hayal dünyamda gezinmekle öyle meşguldum ki Daphne'nin Oliver'a olan beğenisinde bu kadar hızlı davranacağını hesaba katmamıştım. Midem sanki ayı kapanlarından birine düştü. Bir şeyler anlayabilme umuduyla Oliver'ın yüzüne, Daphne'den bahsederken takındığı ifadeyi görmek için bakındım.

"Çirkin, abartılı ve süslü olduklarını düşündüğünü sanıyordum."

Oliver hırkasını düzeltti. Koşmaktan biraz yamulmuştı üstünde. Yüz ifadesinde bir değişiklik yoktu. "Sanırım. Belki, biraz." Bir süre daha düşündükten sonra mırıldandı. "Daphne çirkin değildi."

Daphne çirkin değildi. Elbette değildi. Gördüğüm hiçbir Thompson çirkin değildi. Hepsi de özenle giydirlip, süslenmiş porselen bebeklerime benziyorlardı. Geniş alınlarındaki neredeyse kaşsız görüntülerine, kıpkırmızı yanaklarına eşlik eden incecik uzun bedenleri özellikle eski kitaplardaki güzelliğe tam oturuyorlardı.

Benimse saçlarım onlara göre koyu, gür ve fazla yoluma giren cinstenlerdi. Pek zarif gözüktüğümü düşünmüyordum bu görüntüyle. Yüzüm de onlarınki gibi uzun bir damla şaklinde değildi. Daha çok yuvarlak ve belirgin yanaklarım vardı. Onlar gibi ince ve uzun da sayılmazdım pek.

Elimi yüzüme, kaşlarıma ve çeneme bastırdım. Daha önce hiç dış görünüşümü bir başkasıyla bu şekilde karşılaştırmamıştım. Yetersizlik korkusu, utanç, kızgınlık, güvensizlik... Berbat duygulardı. Thompsonlar'ın buraya gelmelerinden nefret etmiştim.

İşte bu yüzden de bir erkeğe tüm hayatımı adamak bir başka sorundu. Daphne bana karşı nazik olmuştu. Kardeşleri ve anneleri de öyle. Şimdiyse endişeyle kimsenin haberinin olmadığı, elinde olmayan bir rekabet duygusuyla bükülmüştüm. Tüm hayatım boyunca aşık olacağım birinin aklındaki en arzu edilen tercih olmama ihtimali, bu yeri başkasına kaptırma olasılığı aklıma kaçırmama neden olurdu. Beni mantıksız, sığ ve özgüvensiz bir kadına getirirdi. Oysa benim kimi arzuladığım, benim kendimi nasıl gördüğümden başka hiçbir şey önemli olmamalıydı. Sadık olduğum tek kişi kendim olduğum sürece özgür olabilirdim.

Lake in the MoorWhere stories live. Discover now