on altı

156 23 208
                                    

Hızlıca merdivenleri çıkıp nefes nefese ve korkuyla Oliver'ın odasına çıktım. Yatağı toplu, kitaplığındaki kitapların biri bile açılmamış şekilde dizilmişti. Halısında uyuyan Moris'ten başka bir şeyi göremeyince panik daha da büyüdü. Karanlık ve diken dolu bir sarmaşık yüreğimi sararken ellerim tir tir titriyorlardı.

Gitmişti.

Hem de hiçbir şey söylemeden. Bana en son söylediği şey kimseye gölde olanlardan bahsetmememdi. Hepsi buydu. Şimdi ne zaman geri dönecekti? Geri dönecek miydi ki? Ne kadarlığına gitmişti? Oxford? Manchester? Londra? Oliver benimle bunu hiçbir zaman açık açık konuşmamıştı. Beni gerip, onun gitmesinden çok da memnun olmayacağımı biliyordu. Onu durdurmak için elbette hiçbir şey yapmazdım. Nasıl onun daha iyi bir geleceğe hazırlayacak şeylerden onu alıkoyabilirdim ki? İster inansın, ister inanmasın bu kadar bencil değildim. Ancak o bir veda bile etmeyecek kadar bencildi. Bir mektup? Bir not bile bırakmamıştı. Haber dahi göndermemişti.

"Yardımcı olabilir miyim?"

Sesle irkilip, arkamı döndüm. Kapının yanında dikilen Oliver kaşlarını kaldırmış burada ne aradığıma dair cevabı yüzümde bulabilirmiş gibi bakıyordu. Gölgelerin arasında gözleri ve saçları kapkaralar, rengi soluk soğuk beyaz tonundaydı her zamanki gibi. Haç şeklinde kolyesi iliklemekte olduğu gömleğindeki açık kalan teninde parlıyordu. Saçlarının uçları biraz ıslaklardı.

Göğsüme tekrar hava doldu. "Oliver," beline sarılınca elleri havada, bedeni kaskatı kaldı. Nefes almayı bile kesti ama bunu şaşkınlığından mı, rahatsız olmasından mı, yoksa ince belini sıkıca sardığımdan mı olduğunu anlamadım. Üstündeki sabun kokusu teninde çok netti. Göğsüne gömülen saçlarım ve yüzüm tenine sürttükçe kasları seğirdi ve sonunda ellerini omuzlarıma koyup beni nazikçe kendinden geriye çekti.

"Neler oluyor?"

"Gittiğini sandım. Hem de—" Jamie'nin söyledikleri beynime akmaya başlayınca ondan uzaklaşıp çıplak göğsüne vurdum. Yüzünü acıyla kırıştırdı. "Veda etmeden! Hiçbir şey söylemeden! Nereye gittiğini bile bana söylemeden."

Kalın ve dağınık kaşlarını çattı. "Artık arkadaş olmadığımızı sanıyordum."

"Gölün ortasında beni öperken bu pek umurunda olmamıştı."

Ellerini omuzlarımdan çekmeden önce gözlerini devirdiğini gördüm. Elbette yanıt vermeyecektü çünkü, istisnalar yalnızca kendi istekleri çerçevesinde ilerleyebildikleri sürece geçerli olabilirlerdi. Oyunu yalnızca kazandığı sürece oynardı. Bencil tarafından geldiğini biliyordum bunun. Ama nefret edemiyordum. Nefret etmeye en uzak yerdeydim ona karşı.

"Karşı çıktığını hatırlamıyorum. Üstelik birkaç hafta sonra tatil olacak. Yine döneceğim. Ve... bilmiyorum. Haberi illa ki duyacağını düşündüm."

"Hala bu kadar taş kalpli olamazsın, Oliver. Kararını—"

"Taş kalpli olmakla beni suçlayamazsın, Connie. Sırf bu— ne anlatıyorum ki? Bu konuşmayı binkerce kez tekrar ettik. Giyinmem lazım. Arabaya yetişmeliyim."

Kalan düğmeleri de iliklerken aynada kendine baktı. Beni adeta görmezden geliyordu. Tamamen. Sanki burada yokmuşum gibi. Adım attığım tüm kalabalıklarda gözleri beni bulup ışıldayan bir çocuktan bu muameleyi görmeye alışık değildim. Onu da suçlamıyordum. Hakkettiğimi aldığımı biliyordum.

"Gölde sana da farklı bir şeyler olmadı mı?"

Kemerini açıp, daha sıkarak kapattı. "Yine göl mevzusu... Bu konuyu kapattığımızı sanıyordum."

Lake in the MoorWhere stories live. Discover now