on dört

274 25 315
                                    

Thompsonlar belki de şu zamana kadar tanıdığım en misafir sever insanlar olabilirlerdi. Kahvaltıda herkes durmadan ağzıma farklı bir şey tıkıştırıp, tattırmaya ve beni yaptığım en basit şeyler için övmeye devam ettiler. Beni orada övmeye gönüllü olmayacak tek kişiyi, Jamie'yi aradım ama iki sandalye hep boştu. Sanırım biri babasının, diğeri de kendisinindi.

"Sabahları erken kalkar," dedi ekmeğine yağ süren Ida bana gülmemek için ne kadar çabalasa da beceremedi. Fakat fısıldıyordu. Neden abisinin gidişini bu kadar komik bulduğunu anlamak için küçük suratına ve kocaman yanaklarına dik dik baktım. "Atını almış. Etrafı geziyor muhtemelen."

Başımı salladım ve Jamie'den çok daha fazla ilgilendiğim sıcak ekmeğe uzandım ama küçük Ida benimle hala ilgilenmekte kararlıydı. "Ama öğle olmadan döner. Eğer onu görmek istersen..."

"Hayır," dedim yüzümü duyduğum iğrenmeyle buruşturmamak için çok büyük bir çaba harcadım. "Jamie'yi görmek istemiyorum."

"Neden?"

Ekmeği geri bıraktım. Sanırım ilk kez kendi isteğimle kahvaltıyı erken kesecektim. Neyse ki çok uzun sürmeden sonunda gitmeme izin verdiler. Aslında bunu düşündüğüm için kendimi suçlu hissetmekten alamıyordum. Bana karşı bu denli cömert ve nazik davranırlarken gitmek için heveslenmem benim için bile bencilce ve yakışıksızdı. Üstelik Bayan Thompson annem için onca güzel kumaşı hediye ettikten sonra.

Eve dönerken tüm bu bitaplığıma rağmen orada zaman geçirmekten nefret etmediğimi fark ettim. Belki en başında buna bayılmamıştım ama şimdi, orada olmanın sıcaklığını ve beni eve yeni alınmış yavru bir köpek gibi şımartmalarını arar olmuştum. Jamie bile bana karşı kötü olmamıştı. Şehirdeki hayatlarını anlatan kızlar tüm sorularımı istemeyeceğim ayrıntılarıyla bile anlatmışlardı. Belki benim için bu kalabalık alışık olduğum her şeyden farklıydı.

Ama kötü bir farklılık değildi.

Ve kendimi düne göre çok daha iyi hissediyordum. Açık arayla. Hala o boşluk netti ve adımlarımı ağırlaştırıyordu ama ben büyüyordum. O boşluk belki hiç ya da çok uzun bir süre asla dolmayacaktı ya da küçülmeyecekti. Ama kendimin büyüyüp gelişeceğine dair bir umudum olmuş olacaktı sonunda.

Evime epey yaklaşmışken duyduğum çığlıkla elimdeki çanta düştü. Haftalar önce Oliver'la duyduğum gibi ormanın ardından geliyordu. Yine biri ayıkapanına mı basmıştı? Belki kaybolmuştu? Etrafıma bakındım. Kimse yoktu. Tekrar sanki canlı canlı tüm bir uzuvu yerinden çıkarılıyormuş gibi çığlıklar duyunca yerden çantayı kaptığım gibi tüm gücümle koşmaya başladım.

Panikleme. Eve yakınsın. Panikleyecek bir şey yok. Daha önce de bunu duydun. Acele et ama. Çok acele et. Ses neden kesilmiyor? Ses neden artıyor? Ormandan uzaklaşmıyor muyum? Ses çok yakında. Çok.

"Ah!"

Çarptığım bedenle birlikte ben geriye, beden de ileriye savruldu. Çanta tekrar yere düşerken ben de şaşkınca etrafıma baktım. Kasabaya inmiştim. Ki bu çok tuhaftı çünkü yalnızca birkaç saniyedir koştuğumu hissetmiştim. Üstelik ses evime, ormana yakından gelmişti. O da kasabadan çok daha yukarıda, dağ kısmına yakındı.

Çarptığım adam söylene söylene ayağa kalktı. Omzunu bir yandan tutarken, olayı gören fırıncılardan birinin çırağı beni yerden kaldırıp yardım etti.

"Önüne bakmaz mısın be sen kadın?"

Kanayan dirseklerimi ve avuç içlerimi kumaşa bastırdım. "Özür dilerim, bir gürültü duydum. Panikleyince—"

Lake in the MoorWhere stories live. Discover now