dört

215 27 116
                                    

"Artık nefes alabilir miyim?"

"Hayır," dedi annem kızgınca. Tekrar iğnenin etime battığını hissedince bağırdım ama annem bu sefer de bacağıma vurdu.

"Neden kendi üstünde denemiyorsun? Thompson kızlarına daha uygun olur."

"Eziyet çekmeni istiyorum çünkü. Evin işlerine yardımdan kaçıp çayırda çamurda oynadığın için gerçek dünyaya dönmeni istiyorum. Thompson ailesi yemek veriyor. Etraftakileri tanımak için."

"Şehirliler ve kendi kibirli bu— AH!"

"Konuşma," dedi annem eteğin üstündeki tülü yeniden ayarladı. Denediğim onlarca elbiseden biriydi sadece ama annem için hepsi elinden çıkan en değerli şeylermiş gibiydi. Hepsine aynı özeni, çattığı kaşları ve dümdüzlediği dudaklarıyla gösteriyordu. Bu ailenin kaç tane çocuğu vardı? Luni hazırladığı çayı masamızın üstüne bırakıp beni izlerken ellerini kalbine koydu.

"Ne kadar güzel oldun," dedi yaklaşıp saçlarımı önümden çekti. Ağzımı açmıştım ki annem elbisenin belini oturtmak için iplerini çekince az daha öğle yemeğinde içtiğim çorbayı çıkartıyordum.

"Sabunun varlığını öğrenip, hanımefendi gibi giyindiğinde ne kadar güzel olduğuna bir bak. Neden diğer kızlar gibi olamıyorsun? Ağzını şuna ov."

Annemin uzattığı orman meyvelerinin kokusuyla dolu bir mendille dudaklarımı sildim ama bulaştığı her yere soluk pembe bir renk bıraktılar. İyi tarafından bakarsam tadı güzeldi.

"Bu kıyafet beni kaşındırıyor."

"Çıkarınca kaşınırsın o zaman."

Luni'ye bana yardım etmesi için baktım ama yapabileceği hiçbir şey olmadığını göstermek ister gibi omuz silkti. Luni hem dadım, hem annemin yardımcısı hem de evin sorumlusu olmuştu yıllar içinde. Bana karşı zaafı, annemden bile daha fazlaydı. Anneme şehirden getirtilen pahalı malzemelerden, gizlice, bana çok sevdiğim tatlılardan yapar, saçlarımı taramaya hiç üşenmez, ortadan kaybolduğumda da beni idare ederdi.

Ama şu anda o bile annemden beni kurtaramaz görünüyordu.

"Bayan Thompson nasıl biri?"

"İnanılmaz zarif, kibar, çok seçkin bir kadın."

"Zengin bir aristokrat yani kısaca."

"Connie. Sabrımı zorluyorsun."

Krem, beyaz ve bej renklerindeki elbise yığınına baktım. Annem her zaman üst sınıftaki, ağdalı dilli, yapmacık aristokratları sevmişti. Eh, kocası da onlardan bir tanesine dönüştüğünden beri buna çok da şaşırmamak gerekirdi. Eskiden belki daha az yemek seçeneğimiz, daha az kumaşımız ve daha çok işimiz vardı ama en azından babam bu kadar uzun süre şehirde kalmıyordu. Deneyleriyle, yazılarıyla ve kasabadakilerin onu deli diye nitelendirmesine neden olacak sözleriyle de epey mutluyduk bana kalırsa. Üstelik kendisi de ayrıcalıklılardan hoşlanmazdı. Eminim annemin daha Thompsonlar'ı tanımadan onları güzellemeye başladığını duysaydı onunla alay eder bizi güldürürdü.

"Kızları kaç yaşındalar?"

"Aşağı yukarı seninle yaşıtlar."

"Kaç taneler?"

"Kızları sıraya sokup sayma şansım olmadı, Connie. Dön şimdi— dur, dur, dur. Omuzları sıkıyor mu?"

"Hayır. Nasıl insanlar? Okula gidiyorlar mı?"

Annem sonunda pes edip, arkadaş edinme umuduma karşı kızgınlığı bir kenara bıraktı. Misty Moor eski bir kasabaydı ve burada pek yaşıtlarım olmuyordu. Eğitim kavramı buraya çok sık uğramıyordu da. Özellikle kadınlara. Şehirde her şey daha farklı olmalıydı. Ya yeni doğmuş çocuklar, ya çoktan şehre taşınıp evlenmiş gençler ya da benden yalnızca birkaç yaş büyük olmalarına rağmen yetişkin rolü yapmalarından bana sırtlarını dönenler oluyordu. Oliver olmasaydı çok daha yalnız bir çocuk olacaktım.

Lake in the MoorHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin