beş

196 26 140
                                    

Thompson malikanesi düşündüğümden pek de farklı değildi. Her şeyin ne kadar değerli ve pahalı olduğunu herkesin gözüne sokmak için özellikle daha da çok parlatılmıştı sanki her şey. Kristaller, tablolar, hayatım boyunca görmediğim türden yemekler... Orkestranın çaldığı müziğin havadaki tınısı bile yere değerli taşlar halinde düşeceklerdi sanki.

Annem beni çekiştirince ana salona girdik. Tavanı metrelerce yükseklikte, büyük kalabalığı alan odaya göz gezdirdim. Herkes kabarık elbiseleri, takıları ve abartılı danslarıyla fazlasıyla mutlu görünüyorlardı. Çoktan eve dönmek istiyordum. Bu kalabalık, geniş salona rağmen beni boğuyor, tüylerimi diken diken ediyordu. Herkes sanki bir oyunun içindeydi. Nasıl davranılması ve konuşulması gerektiğine dair kurallar vardı. Eğer bu kurallara uymazsanız, oyundan dislalifiye oluyordunuz. Kimse sizinle artık bu oyunu oynamak istemiyordu.

Annem tanıdığı kadınlarla konuşurken olduğum yerde dikildim. Tek bir yanlış hareketimle annem beni eve gönderip, cesedimden elbise yapabilirdi. Keyifle de giyerdi bence. Diğer yandan, dans etmem zorunda kalacağım anı iyi tahmin ederek ortadan tam vaktinde kaybolmam gerekiyordu. Yoksa kendimi merkezde, öğrenmekten ayrı, durmaktan ayrı nefret ettiğim dansların birinde bulabilirdim. Belki bilerek ayağına bastığım adamlardan biri ne kadar beceriksiz olduğum hakkında söylenmezdi bu sefer.

"Bir kereliğine olsun normal bir genç kız gibi davranabilir misin?"

Bazen bu kadının düşüncelerimi yüzümden okuyabildiğine inanıyordum. Beni bu kadar iyi tanıması korkutucuydu. Annem olmasına rağmen, tek kaşımın hareketinden kaçma planı yaptığımı anlamış olmalıydı. Buraya gelmeyi kabul ettiğim için bile şanslı saymalıydı bence kendini. Annem gülümsemeye devam ederken kolumu sıkıştırdı. Acıyla kenara kaydım. "Hiçbir şey yapmıyorum! Öylecek duruyorum."

"Arkadaş edinmek istiyordun değil mi? Git, Thompson'lardan biriyle sohbet et. Zaten muhtemelen bu seni ilk ve son kez hanımefendiye benzerken görecekleri zaman olacak."

Gözlerim kalabalığın içinde gezindi ama aşina olmadığım kimseyi göremiyordum. Her yerdeki alacalı fenerler, ışıklar ve mumlar arasındaki kahkaha atan, abartılı mimikler yapan tonla insan.

"Bayan Griffiths?" Biri annemin omzuna dokundu. Gençliğinde ay ışığına yakın bir sarı renge sahip olup, şimdi kül rengine dönmüş saçları olan kadını görünce yüzüne tanımayı umarak baktım. Ama yabancıydı.

"Ah, Bayan Thompson! Elbiseleri beğendiniz mi?"

Hah. Demek tüm kasabanın durmadan konuştuğu, şehirli Thompsonlar'ın annesi bu kadındı. Ne beklediğimden emin değildim. Işıltılı tokalarla toplanmış saçlarının altındaki bej rengi elbisesinin onu soluk göstermesi gerekirken yanaklarındaki ve dudaklarındaki kırmızı renk daha çok öne çıkarttıyordu sanki. Kabarık, dantelli, balon kolları ve eteğinin işlemesini görür görmez annemin işi olduğunu anladım.

"Beğenmek mi? Madam, bayıldık. Yalnızca eşiniz Joseph Griffiths'le iş yapmaktan değil, sizin dikişinizden de memnun kaldık. Ah, bu küçük Connie mi?"

Ben kalabalığa karışmak üzere yavaş yavaş uzaklaşırken annem kolumu yakaladı. Daha hızlı davranmam gerekiyordu. Başımı sallayıp, hafifçe eğildim. Kadın da bana tüm dişleriyle gülümsedi. Korsesine takılı, dizili boncuklar her hareket ettiğinde sallanıyordu. Bunun yalnızca kasabadakileri tanımak için yapılan bir davet olduğunu düşünüyordum ama içerisi, ülkenin sosyeteleriyle dolmuş da şehirdeki bir sarayda baloymuş gibi duruyordu.

Daha dikkatle bakınca aslında yalnızca indüstriye atılan ve yükselişe geçmiş orta sınıfı avlamak ister gibi ortaya atılmış bir davet olduğunu gördüm. Sermaye ve yatırımcılar sadece paraya değil, Thompsonlar'la ilişkide de kazanç sağlamışlardı.

Lake in the MoorWhere stories live. Discover now