dokuz

197 28 225
                                    

Saate bakarken, annem Bayan Thompson'ın söylediğine kahkahalar atıyordu. Kimseye fark ettirmeden elini bacağıma bastırınca sabırsızca oynattığı ayağımı durdurmaya çalıştığını anladım. Tüm ayaklarımın eteğimin altında kaldıklarından emin oldum. Daphne ya da başka bir kardeşi yoktu ama James Thompson karşımdaki koltukta, şapkasını göğsüne bastırarak duruyordu. Bu onun fazla kalmama nezaketini gösterme şekliydi.

Onu gördüğüm gece yüzüne biraz haksızlık etmiştim sanırım. Gölgeler yokken, aydınlıkta, kum sarısı saçları yüzünü çerçevelerken ve sık sık gülümserken çok daha genç görünüyordu şimdi. Tıpkı kardeşleri ve annesi gibi onun da yeşil gözleri vardı. Sakallarının rengi saçlarına göre birkaç ton daha koyulardı ama çok kısa ve yalnızca iki-üç günlük olduklarından ayırmakta zorlanıyor da olabilirdim. Vücudu iri, boyu da uzun sayılırdı. Onu kardeşlerinden ayıran tek özellik inanılmaz kırmızı yanaklarının olmaması, daha çok bronz bir teni vardı. Güneşin altında çalışmış gibi- ki mantıksız geliyordu kulağa. Çünkü, hiçbir zaman işçi sınıfından biri gibi çalışmasına gerek kalmamış olmalıydı. Doğduğu gün bile emir vereceği binlerce çalışan vardı muhtemelen.

Annemi dinlerken ona baktığımı yakalayınca gülümsemekte olan dudakları biraz daha kıvrıldılar. Hızlıca gözlerimi çevirdim. Vermek istediğim mesajdan çok daha farklısını almasından endişeleniyordum şimdi. Ses etmeden, annemin yanında oturuyorum diye ilgisinin karşılıklı olduğunu umabilirdi. Fakat şimdi onu izlerken yakalandığım için ummaktan öte, emin gibi görünebilirdi.

Iyk.

"Kasaba tahmin ettiğimizden çok daha büyük," dedi Bayan Thompson camları süzdü. "Şehrin gürültüsünden uzaklaşmak çocuklara çok iyi geldi. Ne kadar biraz... ehm... izole edilmiş gibi görünse de."

"Bazıları Tanrı'nın burayı hatırlayacağını ummak için kilisede duaya giderler. Ama Misty Moor dost canlısıdır. Buradaki insanlardan yana bir kaygınız olmaz. Çoğu zaman kapıyı açık bırakıp, pazara gidebilirsiniz bile."

Bir saati geçmiştik şimdi. Saat beşe geliyordu. Hava yakında kararacaktı. Ve ben elbette günün keyfini süremeyecektim. Ne için? Birilerinin saatlerdir kumaşlardan ve bozkırlardan başka bir şeye sahip olmayan aptal kasabımız hakkında konuşmasını dinlemek için.

İç çekince annem ters ters yüzüme baktı. Düşündüğümden daha sesli çıktığını fark etmemiştim.

"Ee... Connie, neden Bay Thompson'a etrafı göstermiyorsun?"

"Bir genç kızın bir adamla tek başına kalmaması gerektiğini söylediğini sanıyordum."

Zorla gülerek söylediğimi gizlemeye çalıştı. "Connie... git dedim."

Söylene söylene yerimden kalkıp kapıya yürüdüm. James kenara çekilip yol verdi ve kapıyı açtı. Annemi öfkeden kudurtacağını bile bile James'e teşekkür etmedim. Bu onu güldürünce ben daha çok şaşırdım ama. Güneş yavaşça yok olmaya başlıyordu şimdi. Sabahın sıcağı da terk ediyordu. Sis tekrar tüm kasabaya çökmek için beklerken turunculu, pembeli ışıklar evimize ve üstüme vuruyordu.

"Pek görülecek bir şey yok," dedim. Elimle evimizden aşağıya indikçe kasabanın pazarının, dükkanlarının ve barların ve tavernanın olduğu merkezi gösterdim. "Kasaba ve ağaçlar. Ağaçlar. Ah, bak burada da ağaçlar. Biraz tarlalar... çayırlar... göllerden biri ve, şuna bak, yine ağaçlar. Turumuz üzgünüm ki sona erdi, Bay Thompson."

James gözlerini kısıp beni izliyordu. Elini cebine atarken purosunu içmesinin bir sakıncası olup olmadığını sordu. Omuz silktim. Purosuz bir soyluyu düşünmemin imkanı yoktu elbette. "Belki sizi şok edebilir ama buraya gelmeyi ben istemedim."

Lake in the MoorWhere stories live. Discover now