XXV-II

5.7K 643 70
                                    

25 Şubat
03.25, akşamüstü.

Saygıdeğer beyefendi,

Bu sabah felsefe öğretmenim dergide yayımlanan şiirlerimi okuduğunu söylediğinde şaşkınlıkla baktım ona zira kendilerinin o derginin okurlarından biri olduğunu bilmememin yanında beklentilerim oldukça düşüktü ve kesinlikle bu kadar hızlı bir şekilde olumlu yorumlar duymayı beklemiyordum. Dikkat çekmeyecek bir köşede, küçük harflerle yazılacağını düşündüğüm dizelerim için bir sayfa ayrılmış olduğuna inanabiliyor musunuz? Evet, bu doğru, büyük bir sayfa!

"Bana daha önce böyle şiire ilgi duyduğundan bahsetmemiş olman ne üzücü! Seni desteklemekten mutluluk duyacağım," dedi bana beni samimiyetle kutladıktan hemen sonra. Ona en içten teşekkürlerimi ilettiğimde gözleri mutlulukla parlıyordu. Aldığı eğitime, görüşlerine ve bilgeliğine duyduğum saygının yanında bana daima sevecen bir şekilde yaklaşan ve eğitimimin en iyi noktaya taşınması gerektiğine inanan bu yaşlı adamın yüzüne yerleşen gurur ifadesi bana silinmesi pek güç bir neşe veriyordu. Beyaz çizgiler düşmüş dudaklarındaki gülümsemeyi ciddiyete teslim etmeden önündeki kitabın sayfalarını araladığında bugünün diğer günlerden farklı olduğunu anladım. Bugün, ilk defa üstü hayali bir perdeyle örtülmüyordu kıvancının; beyefendi, bu büyük bir armağandı. Dahası, bu güzel cümlelerle sınırlı kalmadı ve sanki kâfi değilmiş gibi sözleri, dersimiz son bulmak üzereyken başka bir mutluluk daha bağışladı yüreğime. Size cümlelerini hiç değiştirmeden aktarmak istiyorum zira her biri aklımda yankı buluyor hala.

"Başarının artması artık en büyük gayelerimden biri olarak düşünülebilir. Bunun için de, değerli öğrencim, elimden geleni yapacağım. Yakın bir arkadaşım var, dil felsefesi uzmanı ve aynı zamanda kıymetli bir şairdir. İsmini duymuş olabilirsin, yaptığı işlerde oldukça başarılıdır. Onunla tanışmanı istiyorum, bir süre yanında eğitim alman senin için çok iyi olacaktır. Hemen bugün, ona bir mektup yazacağım, kısa sürede yanıtı bana ulaşacaktır. İnanıyorum ki cevabı yüzünü biraz daha gülümsetecektir zira senin gibi parlak bir öğrenciyi kabul etmemesi için bir sebep göremiyorum."

Bu sözleriyle birlikte dersi sonlandırdı ve aynı dakikalarda kapı beklenmedik bir misafirce çalındı. Girişte paltosunu çıkardıktan hemen sonra evden ayrılmakta olan öğretmenimi selamladı Cesaret Prensi. Kapı kapandıktan sonraysa sevincimi onunla paylaşmaktan alıkoyamadım kendimi, öyle coşkulu döküldü ki kelimelerim, kalbimle nefesim fazlasıyla hızlı bir tempoda dans etmeye başladı. Hisler koşarak geçtiler kirpiklerimin yanından, nehirlere kâğıttan gemiler bıraktılar. Onlar çok geçmeden dudaklarımın limanına ulaştı ve ulaştıkları yerde geniş bir gülümseme dalgalandı. Önce kapandı bakışların perdesi sonra güçlü bir şekilde aralandı, o an, orada parlayan bir güneş vardı. Hayır, hayır beyefendi, ağlamadım. Bu gerçekleşecek olsaydı bile, bunu sizden saklamam gerekirdi zira hala kalbimin bir köşesinde isminizin düşüncesi ile sızlayan, geçmişin rüzgârları karşısında titreyerek duran küçük bir kız var ve onu incittiğimi düşünmek dahi istemiyorum. Kızgın bulutların suretinde durur sevinç onun için göklerde, zalim yağmurların onu ıslatmasına izin veremem.

"Başarınız için sizi gönülden kutlarım," dediğinde Cesaret Prensi, mürekkep döküldü gülüşüme, eski bir defterin temiz bir sayfasıyla kapladım dudaklarımı. Getirdiği kitapları masanın üzerine bıraktıktan sonra soluklaşan sevincimin aksine daha büyük bir neşeyle baktı bana.

"Son konuşmamızda bahsi geçen kitapları getirdim size fakat aslında ziyaret maksadım bu değil. Şiirlerinizi dergide gördüğümde, söyleyin bana, evde öylece durabilmem mümkün müydü? Heyecanınızı paylaşmama izin verdiğinizi söyleyin lütfen zira bu duygularımda samimiyim."

Ona ziyareti ve kitaplar için müteşekkir olduğumu ve içten sözlerinin benim için son derece kıymetli olduğunu söyleyip bütün varlığımı saran mahcubiyet hissiyle başımı hafifçe eğdiğimde yanıma hızla yürüdü ve asla şu an içinde bulunduğum ruh halinin bir yansıması olan bu davranışı göstermemem gerektiğini söyledi. Ona yalnızca bu iltifatların, beni son derece mutlu eden cümlelerin ve desteklerin karşısında ne söyleyebileceğimi ve de yapabileceğimi bilemediğimi, doğrusu yazdıklarımın böylesi bir ilgiye layık olmadığını düşündüğümü ve bu düşünceyle birlikte minnetimin daha da arttığını dile getirdim ben de. Başını beni reddeden bir şekilde sallayıp "Lütfen, böyle söylemeyin," dedi. O an sahte bir gök sundum kendime, kalbimden uzak bir yerde. Zayıf bir gülümseme tutundu yıldızlarına, o küçük kızdan çok uzakta. "Bunları konuşmayalım, rica ediyorum," diye cevaplayarak Cesaret Prensi'ni, övgülerle süslenmiş cümleleri engellemiş oldum.

Biliyorum beyefendi, tanıştığımızda düşündüğüm gibi biri değildi. Aslında öyle nazikti ki en başarısız cümlelerin sahibi olsaydım bile onlardan hayranlıkla söz ederdi. Durdurmasaydım onu, mutlu ederdi beni duyduklarım ama bu durumda kendimi arafa mahkûm etmiş olmaz mıydım? Kalbimin bir köşesine hançerler saplanırken ve onların zehriyle kavrulurken kızıl nehirler, diğer tarafta nasıl kutlamalar yapılır, kadehler havaya kalkardı? Ah, beyefendi, bilerek izin verseydim ona, bu kendime yönelttiğim en acımasız silah olmaz mıydı?

Dindirdim barutun öfkesini, silahı indirdim yüzümden ve çabuk bir şekilde onlardan uzaklaşmak adına kapıya doğru yürürken "Öğle yemeği için bize katılmak ister miydiniz?" diye sordum Cesaret Prensi'ne. Tarifsiz bir üzüntü duyarak ne yazık ki kalamayacağını, gitmesi gereken pek çok yerin olduğunu söylediğinde birlikte kapıya doğru ilerliyorduk. O, neşeli ifadesini yitirerek gitti; böylece, annem ve kız kardeşim evde olmadıkları için, tek başıma masayı çevreleyen sandalyelerden birinde oturdum ve yemekten sonra bir süre daha yine aynı şekilde salonda vakit geçirdim. O dakikalar, pek ağır, ziyadesiyle merhametsizdi.

Sayfalarına dokundum kitapların, parmak uçlarıma acılar döküldü. Uçları kıvrılmış cümlelerin bazılarının sonu uçurumlara çıkıyordu, neredeydi devamları, bilinmiyordu. Terk edilmiş gibilerdi fakat başlarına keder tacı takılmış sözcüklerin ne suçu vardı? Onların ağladığını görüyordum lakin ulaşamıyordum onlara. Canımı yakan bir andı bu, ağır anlamlar taşıyan tümcelerin sessizce gözlerimin önünden geçişini izleyip onlara yardım edememek... Bunun adı cefaydı. Neden karışamıyorduk sanki kâğıtla mürekkebe, sayfanın sonunda son nefesini verecek olan adamı neden durduramıyorduk? Pencerenin ardından son kez bakıyordu genç kadın, gözyaşlarıyla ıslanıyordu parmaklarımızın arasındaki o ince duvarlar ve sessiz çığlıklar aksisedalara dönüşüyordu ancak engel olamıyorduk. Biri ölüyordu ve biz yalnızca izliyorduk.

Hayat da böyle mi beyefendi ya da insan gittikçe yabancılaşır mı kendine? Yaşananların içinde, fakat olanlardan uzak... Tesiri olmaz mı kişinin sözlerinin böyle bir zamanda, satırlara dökülmez mi yaptıklarıyla yapmak istedikleri? Bu, sesli bir şekilde dile getiremesem de yaralanmış olan kalbimi biraz daha incitir çünkü ben, yeni bir sayfa ekleyemesem de hayatın kitabına, beyaz örtünün üzerinde kendimden bir parça bırakmak istiyorum. Ne var ki gittikçe uzaklaşıyorum kendimden. Kalbimden geçenlerden çok uzak olan düşüncelerin izini taşıyan bir defter misali geçen ömrümün geri kalanında, ona dokunan mürekkebin gölgesinde hiçbir zaman kendi nefesimi göremeyeceğime dair korkunç bir düşünce yer bulurken zihnimde, akıp gidiyor harfler, bilmediğim sözcüklere kavuşuyor. Virgüller yok devam etmesini istediğim cümlelerin sonunda, infaz edilmiş soru işaretleri ve ünlemlere karışmışlar. Sorular cevapsız kalırken keskin bir şekilde susturulmuş heceler. Karanlık ve ıssız sayfalar, noktaların derinliğinde boğulduğumu hissediyorum.

İçimde biri ölüyor ve ben hiçbir şey yapamıyorum.

Beyefendiye MektuplarWhere stories live. Discover now