Bölüm 24

1.5K 75 3
                                    


         Sabaha, dün geceden cebimde kalan telefonun beni dürtmesiyle uyanıyorum. Gözlerimi açtığımda ilk olarak; Güven’in, camları kapatan jaluzilerin aralıklarından sızan günün ilk ışıklarının çizgi çizgi aydınlattığı, bir bebeği aratmayacak kadar huzurlu yüzüyle karşılaşıyorum. Üzerinde benim gibi bir ağırlıkla nasıl bu kadar rahat uyuduğunu anlayamadan; tutulan vücudumu, onu uyandırmamak için büyük bir özen göstererek ağır hareketlerle üzerinden kaldırıyorum. Elimi, beni uyandıran titreşimin nedenini öğrenmek için cebimdeki telefona atmadan önce, uyanıp uyanmadığını kontrol etmek için durduğum yerde bir kez daha inceliyorum onu. Üzerindeki ağırlığı atınca daha da rahatlayan bedeni, sola doğru dönüyor.  Telefonun ekranındaki ismi görünce merak etmeden duramıyorum; sabahın bu saatinde, bu adam neden mesaj atmış olabilir ki bana? Uyuduğu güzel uykudan beklenmedik şekilde uyandırılan beynim, kendisini toparlamakta zorlanıyor. Ayakta dikilmeme rağmen hala kapanmaya çalışan gözlerimi ovuşturup mesajı açıyorum.

Kimden: Tanju

''Hemen kapıyı aç. Güven'e hiç bir şey fark ettirme.''

        Kafamın yerine gelmesi için gerekli olan şoku, bu mesaj sayesinde yaşadıktan sonra, az önceki uyuşuk halimden hiç bir iz taşımayan, hızlı adımlarla kapıya yöneliyorum. Kapıyı açmadan önce Güven’in arkamda olmadığından emin olmak için başımı yavaşça çeviriyorum. Arkamdaki boşluğu görmek içimde tutuğum nefesi serbest bırakmama olanak sağlıyor. Kendimi rahatlattıktan sonra mümkün olan en yavaş ve sessiz biçimde açıyorum kapıyı. Üzerinde ''Kime olduğunu biliyorsun'' yazan kırmızı bir kutuyu elime almadan önce etrafa bakınıyorum, koridor bomboş. Kutuyu büyük bir tereddütle alıyorum elime, kapağını açmalı mıyım? Belki de ne olduğuna bile bakmadan yok etmeliyim onu; evet doğru olan şey bu olmalı, hem kaybedecek vaktim de yok. Güven uyanmadan ortadan kaldırmalıyım bu kutuyu. Tanju Bey, beni uyarma ihtiyacı hissettiğine göre bu kutunun içinde suçumu ispat edecek bir şeyler olmalı. Ancak yapılması gerekeni yapamıyor, başımı defalarca belaya sokan merakıma bir kez daha yenik düşerek, küçük bir bakış atmak için aralıyorum elimde tuttuğum kutunun kapağını. Karşılaştığım görüntü öyle şaşırtıyor ki beni, içerde uyuyan bir polis olduğunu unutarak kapağı tamamen açıp, şaşkınlıktan ağzımı bile kapatmayı unutarak elime alıyorum içindeki bıçağı. Üzerimdeki bu şaşkınlık kutunun içindeki notu bile fark etmemi engelliyor. Yaşadığım şokun etkisiyle donup kalan bedenim, arkamdan gelen uykulu sesle çözülüyor.

''Gizem?''

        Beklemediğim bir anda, aniden gelen bu sese, hızlı bir tepki vererek ona doğru dönüyorum, aslında elimde olmaması gereken bir bıçağı sımsıkı tuttuğumu unutarak. Uyku mahmurluğunu henüz üzerinden atamayan gözleri, ne olup bittiğini anlamak için üzerimde geziniyor. Gözlerimden başlayarak aşağıya doğru kaydırdığı bakışları, elimde tuttuğum bıçakla karşılaşınca benim yaşadığıma benzer bir şokla donup kalıyor. Aklında dolaşan bir sürü cevapsız soru olduğuna eminim ama soru sormayı bırakın, parmağını bile kıpırdatamıyor,  üzerindeki şaşkınlığı atıp ta. Yakalanma stresinden gözlerime hücum eden yaşları, serbest bırakmak için doğru zaman olduğunu düşünüp ağlamaya başlıyorum. Yanağımdan süzülen bu yaşlar, karşımda kıpırtısız duran Güven’i de harekete geçiriyor. Elimde tuttuğum bıçağa sabitlediği gözleri, ağlarken çıkardığım sesleri işitmesiyle bir kez daha yüzüme çevriliyor. Göz göze gelince bu yaşların, aklındaki soru işaretlerinin daha da artırdığını görebiliyorum. Daha fazla tutmuyor bu soruları içinde; en temel sorudan başlayarak soruyor; ''Ne yapıyorsun burada, bu bıçakla?'' sesindeki endişeyi hissedebiliyorum. Ancak endişelendiği kişi karşısında gözyaşları içinde titreyen ben mi, yoksa elinde bıçak tutan bir kadınla karşı karşıya kalan kendisi mi anlayamıyorum. Aklından bu bıçakla ona zarar verebilme ihtimalim geçiyor olabilir mi? Aklımdan geçen bu düşüncenin doğru olabilme ihtimaline karşılık, daha fazla korkmasını engellemek için elimde tuttuğum bu bıçağın, onunla bir ilgisi olmadığını açıklamaya çalışıyorum kendi tarzımla.

''Ben, ben bu kutuyu buldum. Kapıda, sabah.'' diyorum titrek bir sesle, sesimin onunkinden daha endişeli, daha korkmuş çıkmasına özen göstererek.

        Bana doğru bir adım atıp, elimde sıkıca tuttuğum bıçağı alıyor benden önce, daha sonra kolumla göğsüm arasına sıkıştırdığım kırmızı kutuyu alıyor eline. Biraz önce yaşadığım şaşkınlıktan dolayı gözüme ilişmeyen notu, Güven’in kutunun içine attığı elinin, o kutunun içinden boş çıkmadığını görünce fark edebiliyorum ancak. İkiye katlanmış kâğıdı açmadan önce gözlerime bakıp, bunun ne olduğunu soruyor bana; kelimeleri kullanmadan ve kalbimi delen bakışları eşliğinde. Onun sessizliğini taklit ederek, aşağıya doğru büktüğüm dudaklarımla cevap veriyorum ona.

        Kâğıdı ikimizin de görebileceği şekilde açıyor; ''Umarım sahip oldukların, yaptığın şeylere değmiştir. Güle güle otur.'' Güven, notu benimde duyabileceğim şekilde okuduktan sonra benden gelecek bir açıklama umuduyla bakışlarını bir kez daha bana çeviriyor. 

''Gizem!! Sen ne yaptın, neden bahsediyor bu not?''

Artık yeni yalanlar bulmaya alışan beynim çokta zorlamıyor beni, yanaklarımdan süzülen yaşların dozunu biraz daha artırıp, hıçkırarak anlatmaya başlıyorum.

''Güven ben zorunda kaldım gerçekten, sokakta kalsam donarak ölebilirdim.''

''Ne yaptın Gizem?'' Aniden yükselen sesi beni olduğum yerde zıplatıyor.

''Ben ona bir şekilde teşekkür etmeliydim ve elimde ona verebileceğim tek bir şey vardı. Yapmamalıydım ama hayatta kalma içgüdüm ağır bastı. O soğukta dışarıda kalamazdım''

''Gizem saçmalamayı kes artık, ne yaptın doğru düzgün söyle.''

''Ben çok utanıyorum. ''

''Gizemmm!!'' artık sabrının son zerresine gelen Güven, öyle bir tonlamayla söylüyor ki adımı kaçacak yerim kalmadığını anlıyorum.

''Ben, o gece, onunla birlikte oldum, zorundaydım.''

Değişen yüz ifadesi kendimden bile nefret etmeme neden oluyor.

''Güven ne olur nefret etme benden, lütfen, yalvarırım.'' 

         Onu kaybetmekten öylesine korkuyorum ki,  sanki gitmek istese onu durdurabilecekmişim gibi doluyorum kollarımı etrafına, az önceki itirafımın şokunu henüz üzerinden atamayan Güven, bu sarılmaya tepki vermiyor önce,  ama ben bırakmıyorum onu, bir kaç dakikalık bu ısrarıma karşı koyamayıp o da sarıyor beni sonunda. Eliyle tutup göğsüne bastırdığı başımın içinde kıyametler kopuyor adeta. Ona bağırıp ‘’Bırak beni. Sevme.’’ demek istiyorum. ’’Yalancının biriyim ben, seni de, bu hayatı da hak etmiyorum.’’ Nasıl yapıyorum bunu sana, insan aşık olduğu adama bu kadar çok yalanı nasıl söyler; üstelik böyle çirkin yalanları? Öyle nefret ediyorum ki kendimden ama duramıyorum. Söylediğim her yalan başka bir yalana dönüşüyor. Çok özür dilerim sevgilim, o kadar üzgünüm ki. Kafamda yankılanan bu sözleri duyuyormuş gibi o da benden sonra tekrar ediyor: ''Çok üzgünüm, tüm bunları yaşamak zorunda kaldığın için. Bana neden söylemedin? Söylemeliydin, bir de o eve tekrar götürdüm seni ben.'' 

''Sana nasıl söyleyebilirdim, böyle bir şeyi söylemek kolay mı zannediyorsun? Yaptığım şeyin fahişelikten ne farkı var?''

''Şştt böyle bir şeyi senden talep eden, senin çaresizliğinden faydalanmaya çalışanlar asıl fahişeler, sen sadece bir kurbansın. Hem Murat'ın hem de Halit'in kurbanı.''

       Bir kez de, ölüme kendi ellerimle teslim ettiğim adamı düşürdüğüm durum için nefret ediyorum kendimden ama tüm bu yalanlara mecburum, hayatta kalmak zorundayım. Hayatta kalma içgüdüm bir kez daha Güven’e olan aşkımın ve bana koskoca bir hayat bırakan Halit Bey’e duymam gereken minnetin önüne geçiyor. 

Hayatımın Teklifi Where stories live. Discover now