§ Otuz Üç §

13.8K 775 71
                                    

"İyi ki doğdun!" Bağırmalar eşliğinde Ekin'den ayrıldığımda etrafıma bakındım. Partidekilerin çoğu buradaydı. En önde Anka, Selim, Can duruyordu ve onların arkasında da pasta getiren bir çocuk vardı. Bana yaklaşınca daire yaptılar ve ortada kalmamı sağladılar. Pastayı da önüme koydular.

"Unuttuğunu sandım." dedim Anka'ya. Omzuma bir tane vurup sarıldı.

"Saçmalama! Sadece sürprizleri ağzımdan kaçırmamayı öğrendim." Birlikte güldükten sonra pastaya döndüm. Mumlara üfleyecekken Anka'nın çığlığı irkilmeme ve bir tane mumun sönmesine sebep oldu. Kalabalıktan biri çıkıp mumu tekrar yaktı.

"Fotoğraf çekeceğim. Ayrıca dilek dilemeyi sakın unutma." Telefonunu çıkarıp karşıma geçti. Ben onunla ilgilenmeden dileğimi diledim ve mumlara üfledim. Hepsini birden söndürünce alkış tufanı koptu. Gülümseyerek Selim ve Can'a da sarıldım. Onların da yardım ettiğini biliyordum. Yani bilmiyordum ama yardım etmeden durmayacaklarını biliyordum.

Yarım saat içinde herkes -pastayı yiyen- dağılınca beş kişi kaldık. Ekin'le oturduğumuz duvarın dibinde oturmuş yıldızlara bakıyorduk. Ve ben çok mutlu hissediyordum.

"Ya ben çok teşekkür ederim. Şu üç ayda inanılmaz arkadaşlıklar kurdum ve yaklaşık olarak bir hafta içinde ayrılacağız."

"Bir saniye, bu konuşma biraz erken oldu." Anka eteğine dikkat ederek ayaklandı. "Hediyeler?" Bir anda hepsi kalkınca ben öylece kalakalmıştım. Üstelik hepsi aşağı iniyordu. Yani terasta tek başımaydım. Umarım gelmeleri uzun sürmezdi.

Ayağa kalkıp eteğimi düzelttim ve terasın kenarına gittim. Şehir öyle güzel görünüyordu ki karşısında büyülenmemek elde değildi. Evet, kasaba tarzı küçük bir yer değildi -Londra'dan bahsediyorduk- ama yine de bu manzara oldukça hoşuma gitmişti.

Teras kapısının açılma sesiyle o tarafa döndüm. İlk olarak Anka'yı görmeyi beklerken karşımda Barkın duruyordu. Hafifçe yutkunup gülümsedim. Arkadaştık sonuçta. Artık bana takıntılı olmadığını düşünüyordum.

"Selam." diyerek kapıyı kapattı. Başımla selam verdiğim sırada elindeki kutu gözüme çarptı. Rengi koyu kırmızıydı ve üzerine de açık kırmızı bir fiyonk bağlanmıştı. Doğum günümü hatırlayanlar gittikçe çoğalıyordu.

"Doğum günün kutlu olsun Derin. Birkaç gündür seni arıyordum, sonunda bulabildim." Aniden sarıldığında bir süre dondum. Ardından yavaşça sarıldım ve fazla uzun sürmeden geri çekildim.

"Teşekkür ederim. Neden beni arıyordun?"

"Ben erken döneceğim İstanbul'a. Hediyeni verecektim ama seni bulamadım." dedikten sonra elindeki kutuyu bana uzattı. Tam teşekkür edeceğim sırada bir anda arkasını dönüp hızlıca içeri girdi. Şaşkınlıkla arkasından bakarken kapı tekrar açıldı ve bu sefer gelen gözlerinden alev saçan Ekin'di. İtiraf etmeliyim, oldukça korkunç görünüyordu.

"Bu kaşarın ne işi vardı burada?" derken gözlerini elimdeki kutuya çevirdi.

"Ne kaşarı?"

"Kaşar peynirinden bahsetmediğime göre geriye tek bir seçenek kalıyor." Burnundan hızlı soluklar vererek yanıma yaklaştı.

"Tuğçe mi?"

"Açıkçası benim de aklıma ilk o geldi." diyerek arkadan beni destekleyen Anka'ya öpücük attım. Fakat beklemediğim darbe Selim'den gelmişti.

"Yoo. Benim aklıma gayet Barkın geldi."

"Bu çocuk neden her fırsatta senin yanına geliyor Derin? Hayret bir şey ya!"

"İstanbul'a erken dönecekmiş. Ayrıca bana doğum günü hediyesi verdi. Ne var bunda?" Ekin'in çatık kaşları yavaş yavaş düzelirken nefesimi dışarı doğru üfleyip kalçamı duvara yasladım. Elimdeki paketin fiyonkunu açıp içindekine baktım. Bir kutu daha vardı. Kafamı kaldırdığımda herkesin beni izlediğini gördüm. Biraz gerginlik biraz merakla o kutuyu da açtım. Bir kutu daha vardı. Onu da açtım. Sonunda içinden bir kağıt çıkmıştı. İçini açıp okuyacakken Ekin araya girdi.

"Sesli oku."

"Neden?"

"Ölümü elimden mi olsun, başka yöntemlerle mi ona bakacağım." dediğinde dik dik ona bakarken hafifçe gülümsedi.

"Okusana dışından merak ettim!" diye bağırdı o sırada Anka. Onunla uğraşamayacağım için kağıdı açıp okudum.

"Dünyanın en güzel kızına." Anka'ya baktığımda yüzünü buruşturduğunu gördüm. Onun bu haline gülümseyip kutunun kapağını kapatacakken gözüme parlak bir şey çarptı. Üzerindeki süngeri kaldırdığımda gümüş bir kolye olduğunu gördüm. Ucunda küçücük bir melek vardı ve kanatlarında da minik taşlar vardı. İçimden Barkın'a bir kez daha teşekkür ettim.

"Kolye mi almış?" diye sordu Can. Başımı onaylar anlamda salladığımda güldü. Holdingleri olan iş adamı gibi güldüğünü itiraf etmeliydim.

"O zaman al bakalım. Milletin gözü biraz hediye görsün ama değil mi?" Uzattığı karta baktığımda bir spor salonu kartı olduğunu gördüm. Üzerinde numaralar falan yazıyordu. Bir de ismim.

"O ne?" diye sordu merakını bastıramayan Anka.

"Anlayamadım." diye yanıtladığımda Can yanıma gelip sırıttı.

"Bir yıllık spor salonu üyeliği. Altın üyesin. Bu da demek oluyor ki istediğin saatte girip çıkabilirsin." Açıklamasıyla gözlerim fal taşı gibi açılırken çığlığımı bastıramadım ve Can'a sıkıca sarıldım. Hatta biraz fazla sıkıca sarılmış olacaktım ki öksürerek kollarımı çözdü.

"Öldürme kankacım, bir sonraki doğum gününe de hediye alacağım daha."

"Aşırı teşekkür ederim ama aşırı aşırı!" diyerek tekrar sarıldım. Kurduğum cümlenin saçmalığına herkes gülerken ayrıldık. Kartı telefonumun kabına sokuşturdum. O sırada Selim geldi ve doğum günümü kutlayıp elindeki kutuyu uzattı. Bu, diğerlerine göre daha büyüktü. Terastaki eskimiş masaya kutuyu koyup kapağını açtım. İçinde beş paket vardı. Eğer kör olmadıysam Selim bana dünya kahvelerini almıştı. Gözlerimden kalpler fışkırırken Selim'in de boynuna atladım.

"Kahveleri sevdiğini biliyordum." dediğinde ayrılıp yanaklarını sıktım ve kahvelerime geri döndüm. Şu anda benden mutlusu olduğunu sanmıyordum.

"Sanırım sıra bende." diyerek bir adım öne çıktı Anka. Elindeki kutuyu uzattı. Merakla fiyonkunu çözüp kutuyu açtım. İçinden çıkan makyaj setiyle ufak bir çığlık attım. Bu Londra'da gezerken gördüğüm ama durmadığımız için alamadığım makyaj setiydi!

"Sana aşığım biliyorsun değil mi?" deyip boynuna atladığımda yere düşme tehlikesi geçirsek de umursamadım. "Çok teşekkür ederim."

"İyi ki doğmuşsun lan." dediğinde onu öptüm ve masanın başına geri döndüm. Ne kadar mükemmel arkadaşlarım vardı ama!

"Tekrar iyi ki doğdun." Ekin'e döndüğümde elinde iki kutu olduğunu gördüm. İlk olarak küçüğü uzattığında elime alıp açtım. İçinde kolye, küpe, bileklik ve saat bulunan bir set çıkmıştı. Hepsi gümüştü ve... Ve benim altını değil de gümüşü sevdiğimi nereden biliyorlardı?

"Bunlar çok güzel Ekin." diye mırıldandığımda bu sefer büyük paketi uzattı. Masaya koyup kapağını açtım. İlk gördüğüm şey fotoğrafımız olmuştu. Sahilde Anka'nın bizi zorla çektiği fotoğraftı ve nereden bulduğu hakkında hiçbir fikrim yoktu. Gözlerim dolu bir şekilde Ekin'e bakarken kafasıyla kutuyu işaret etti. Küçük bir kutu daha vardı. Açtığımda içinden fotoğraf makinesi ve altından da minik bir not çıktı. Ben sesli bir şekilde okurken Ekin de bana eşlik etti.

"Birlikte daha fazla fotoğrafımız olması dileğiyle, iyi ki doğdun." Elimdekileri bırakıp Ekin'e sarıldım. Gözyaşlarım üzerindeki tişörtü biraz ıslatmıştı ama umurumda değildi.

"Çok teşekkür ederim." Burnumu çektim ve bizimkilere döndüm. "İyi ki varsınız be!" diye bağırdığımda boynuma dolanan altı kolla birlikte yere düşmemize mani olamadık. Herkes kahkahalarla gülerken ben eteğimi düzeltmeye çalışıyordum. O sırada flaşın patlamasıyla elimi yüzüme siper ettim.

"O zaman ilk fotoğrafınız benden olsun!"

Yaz KampıWhere stories live. Discover now