Desperate Housebands

159 17 114
                                    

Ten gökyüzünü izlerken veda etmesi gereken arkadaşlarını düşünüyordu. Bulutların havada süzülüşü ve dünyanın etrafını turlayışı gibi onun da gitme vaktinin bir gün geleceğini biliyordu, hep bilmişti ancak bu şekilde apar topar ve kimsesiz olacağını düşünmemişti. Her ne kadar hapsedilse de buraya çaresizlik vardı kaybedeceği şeylere karşı duyduğu.

Korkuyordu Ten.

Yıllarca alışıp bağlandığınız bir yeri, size acı verse dahi, nasıl terk edebilirdiniz arkanıza bakmadan?

Kaçıp gitme düşüncesiyle dolsa da yıllardır, şimdi önüne sunulan bu fırsat onu tepetaklak etmişti. İçinden seslendi bulutlara. Onu da yanına almaları, bir yere ait olmasını sağlamaları için yalvardı. Lakin almak istemediler onlar bir faniyi aralarına. Ten de gidemedi, bir bulut olamadı.

Kapısı çalındığında yatağının kenarında duran sırt çantasını alıp kimin dışarıda olduğuna dahi bakmadan çıktı kapıdan. Anahtarını almamıştı bu sefer. Son kez çekişiydi bu kapıyı. Asansöre doğru ilerlerken yanında duranın kim olduğunu bilse dahi tek kelime etmedi. Ondan hoşlanmıştı gereği yoktu kendini kandırmanın.

Lakin korkularını yenebilecek, elini tutup her şeye göz yumabilecek kadar değildi. Hem bir yandan da nefret duyuyor, kızıyor ve kıskanıyordu onu. Gidebileceği bir ailesi vardı. Onlara kavuşacak, onlarla birlikte savaşacaktı. Acaba hiç Ten'i düşünmüş müydü bu genç adam?

Kalbi burkuldu bir anlığına. Gözlerini uzak yerlere, onu dışlayan bulutların olduğunu düşündüğü ufka kaydırdı. Ümidini yitirmeye başladığı her an öyle yapardı. Böylece bir gün onu kabullenebileceklerini düşünürdü bulutların.

Yemek katına geldiklerinde onları bekleyen küçük kalabalıkla konuşup sarıldılar. Veda için vakit ayırmışlardı. Habersiz ya da onları son kez de olsa gördüklerinden emin olmadan gidemezlerdi. Her biri kalbinde yeşeren umut tomurcuklarıyla, geleceğin uzaktaki ışığıyla mutlu olmuşlardı. Arkadaşlarının gidişini görmek onlar için olumlu bir şeydi.

Birbirlerini ne olursa olsun bulacaklarından eminlerdi çünkü. Ten de onlara uyum sağlamak istiyordu ancak öyle zordu ki yalnızca gülümseyebildi güzel sözlerine. Asansörün kapısı açılmadan önce son kez sarılıp el salladılar birbirlerine. Aşağı doğru ilk defa indiklerinden neyle karşılaşacaklarını bilmiyorlardı, siyah berelerini başlarına geçirip siyah da bir maske taktılar alımlı yüzlerini kapatmak için.

Kapı açıldığında onları bekleyen bir kişiyi gördüler. O da kendileri gibiydi, muhtemelen de yakalanırsa en çok acı çekecek kişi. Bir amaç uğruna alınan risklerin en kötüsüydü geride kalmak. Avcının ini ona itaat ederse onu güvende tutar, asilik ederse ceza verirdi.

Arabaya binip okul duvarlarının dışından özgürlüğe kavuştuklarında Taeyong bir sevinçle elini tuttu Ten'in. Sanki daha önce bulutları hiç görmemiş gibi gösterdi ona manzarasını. Ne kadar yakın olduklarından bahsetti, onlara ulaşabilecekmiş gibi durmalarından.

Ve Ten o an fark etti, bulutlar gittikçe yakınlaşıyordu.

***

Kyungsoo etrafında toplananlara karşı derin bir nefes çekip ellerini iki yana salladı. Ancak nefeslerini yakının hissettiği insanların bedenen de yakın olduğunu unutmuş olmalıydı ki birkaçına isabet etmişti elleri.

"Ah gözüm! Kyungie neden dikkat etmiyorsun?"

"Benim de kolum acıdı. Neden yaptın şimdi bunu, neden?"

Tek kelime etmeden arkasını döndüğünde diğerlerinin birkaç adım gerilemesini sağlamıştı Bones. Bakışları öyle sert ve rahatsız olduğunu belli ediyordu ki kimse sorgulama gereği duymamıştı daha fazla. Ten ve Taeyong'un Seoul'e naklinden sonra Soo Man'ın ofisinde buluşup teslim edilmeleri dahi birçok videonun kaydını bulmaya çalışıyordu. Ellerinde elbette imzalanmış belgeler vardı ancak görsel kanıtın olması daha çok işlerine gelirdi.

JudasHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin