Bölüm 46- Başlangıç'ın Sonu 2

552 57 29
                                    

Patlamadan sonra 40. gün, Burak...

Bahçe kapısının önünde dev bir kalabalık vardı. En rahat kıyafetlerini giymiş, savaş baltalarını çekmiş değişenler belirsizliğe gitmek için hazır bekliyorlardı. Mert denilen buz çocuk, mızrağı andıran buzdan bir cisim tutuyordu elinde. Dakikada bundan kaç tane yapabilirdi bilmiyordum ama o sivri şeylerden birinin bana saplanmasını istemediğimden emindim. Çizgi haline gelmiş dudakları ve kısılmış gözleri ile oldukça ciddi gözüküyordu. Ama kalbinin derinliklerine baktığımda, saf korkuyu görebiliyordum. Ölmekten değil ama yeniden o soğuk odalara dönmekten korkuyordu. İşi buz olan bu adamın soğuk ve aydınlık laboratuvar odalarından korkması çok ironikti. Gözlerim, Mert'in hemen yanında duran balkabağına kaydı. Ölüme adım adım yaklaştığımız bu günden sonra onunla yüzleşmek için başka fırsat bulamayabilirdim. Öfkemi bir kenara koydum ve yanına gitmeye lüzum görmeden konuştum onunla:

" Neden yaptın?"

"Ailemi ve kendimi korumak için tabii ki, yoksa benim Cesur ile ne işim olur?"

Ben Melisa'dan bahsediyordum ama o bir anlığına başka bir şeyden bahsettiğimi sandı. Benim bilmediğim, pis bir şeyden... Hüma'nın arkadaşı olan değişenden bahsettiğimi düşünmüştü. Yine bir işler karıştırıyordu ancak anlayamamıştım, iç sesini duymadığımı farz ederek soruyu Melisa üzerinden cevapladı:

- Ben böyleyim dostum. Ne yaparsan yap akrep akreptir, kişisel algılama.

İşte bu umursamazlık bardağı taşıran son damla olmuştu. Bugün bir karmaşa çıkarsa dişlerini ağzına dökecektim ama onun aksine benim meselem tamamen kişiseldi. Eski dosttan düşman olmaz akıllanmayan ataların bir yalanıydı. Bu çocuk tam olarak dostum sayılmazdı ama düşmanımda değildi eskiden. Sürekli kavga eden iki kardeş gibiydik ama o Kabil olmayı seçmişti. Ben Habil olmak istemiyordum. Oktay ile olsan kavgamı erteledim.

-Senin kız ortalarda yok?

İçi sarı tüylü yeşil montuyla Ezra karşımda sırıtıyordu, başının üzerinde kendi oyduğu küçük ahşap baltalar daire çiziyordu. Sanki tarih öncesi çağlarda savaşıyormuşuz gibi değişenlerin çocuğunun ellerinde ilkel silahlar vardı.

"Hangi çağda kaldın? Keyif için oyuyorsun sanıyordum ama bildiğin balta ile geziyorsun? Şu salak da elinde mızrak tutuyor..."

- Korktun mu?, dedi alaycı bir sesle. Cevap vermeme fırsat kalmadan havada dönüp duran baltaları sırası ile tam altında bulunduğum ağaca fırlatmaya başladı. İlk darbenin şiddeti ile dalları kaplayan karlar olduğu gibi aşağıya indi. Şansa bak aşağıda ben vardım!

Değişenlerin birbirine beni gösterip güldüğünü duyabiliyordum. Duyduğum başka bir şey daha vardı, ağacı budayan balta'nın sesi! Kafamı kaldırdığımda kurumuş büyük bir dalın bana doğru gelmekte olduğunu gördüm. Kaçmaya fırsatım kalmamıştı, bu çocuk şaka ayağına beynimi patlatacaktı. Gözlerimi sıkaca kapatıp kaderime razı olmuştum. Ama kahkahalar gittikçe yükselirken benim kaçınılmaz sonum bir türlü gelmiyordu. Tek gözümü yavaşça açıp yukarı doğru baktım. Dal parçalara ayrılmıştı ve bir kuş şeklini almıştı. Minik baltalar ile birlikte başımın üzerinde dönüyorlar ama aşağıya düşmüyorlardı. Bense tam bir ahmak gibi gözüküyordum. Üstümdeki karları sinirle silkeleyip oradan uzaklaşmaya niyetliydim ki Ezra kolumdan sıkıca tutup çekiştirdi beni:

-Hadi ama biraz neşelenelim, dedim. Ne var bunda? Ağacın altında o kadar aptal gözüküyordun ki dayanamadım. Hem üzülme seninki buralarda değil, görmedi bir şey.

" Meltem'in burada ne işi var ki zaten? Onca olandan sonra..." Onlar Hüma'nın isminin Meltem olduğunu sanıyordu.

Ezra ve Doruk birbirlerini ittirerek hayvan gibi gülmeye başladılar.

- Meltem diyor lan hahahaha.

- Ben kendimi çapkın sanırdım bu beni de geçti. Hayırlı olsun kardeşim, kırk gün içinde eve giren ne kadar kız varsa hepsi senin. Anladık, helalll...

- Adam konuşamadan tüm işi götürüyor ah bir de konuşabilse!

" Melisa'yı mı diyorsunuz? O iş bitti. Gerçi başladı mı onu da bilmiyorum. Timur Bey, evin tüm çalışanlarını yani değişenler dışında herkesi güvenli bir yere yolladı. Melisa da onlarla birlikte. Merak ettiğiniz başka bir şey kaldı mı?"

Doruk, önündeki kar tepeciğine bir tekme salladı:

- Doktor'un kızları da gitti mi?

Kafamı, evet anlamında salladım.

- Tüh lan! Sana göre hava hoş tabii ama biz kırk gündür bu evin içinde şu tiplerle birlikteyiz. Doruk bahçeyi dolduran her tip ve karakterden çeşit çeşit adamı gösteriyordu parmağıyla. Arada Barbie'leri görünce yaşadığımızı hissediyorduk.

Ezra un ufak hale gelen dal parçalarından bir kadın bedeni çizmişti:

- Yok arkadaş ölmek bu kadar adamla yaşamaktan daha iyi, bu gün istediğimiz hakları almasak bile ben çeker giderim.

" Hay, sizin derdinize tüküreyim! Ben gidiyorum!"

- Nereye gidiyorsun, bak Kraliçe geliyor.

Bu sefer dal parçalarını ok haline getirmiş Doktor ve Esen'i işaret ediyordu. Elimle havada duran parçacıkları dağıttım. Kapısının bir daha açılmamak üzere kapatıldığı emektar yere son kez uzun uzun baktım. Zamanında Başkan'nın bize tahsis ettiği bu evden onu yargılamak için ayrılıyorduk. Dünya düz insanlar için fazla yuvarlak bir yerdi. Kavislere, değişikliklere ve dengesizliklere hazır olmalıydık. Burnunun dikine giden herkes boşluğa düşmeye hazır olmalıydı. Bakan, bizleri cansız bir silah gibi görme konusunda çok kararlıydı. Bizi kendi malı gibi görmesinin cezasını paramparça olarak ödemişti. Bakan'ın kibri mavi salonun her köşesine dağılmıştı. Sıra Başkan'nın hırsının bedelini ödemesindeydi. İnsanı tanımadan Dünya'ya hakim olmak istemişti bu adam. Bizi birbirimize kırdırmıştı. Kaçmamıza yardım eder gibi görünmüş ama laboratuvarın alarmlarını bile kapattırmamıştı. Kimsenin bizim özgür kalacağımızdan haberi yoktu. O bizim elimize silahlar vermiş ve vurun demişti. "Özgürlüğünüz için yıkın geçin ve benim ayarladığım evlerde kalın. Çünkü zamanı geldiğinde beni korumak için öleceksiniz." Bundan tam kırk gün önce yakıp, geçmiştik. Önümüze çıkan her şeyi un ufak etmekten çekinmemiştik. Başkan'nın ayarladığı yerlerde onun imkanları ile konaklamıştık. Ama tek bir farkla biz onu korumak için ölmeyecektik.

Timur Bey önümden geçer geçmez sağ arka tarafındaki yerimi aldım, sol tarafında ise Oktay vardı. Hemen arkamda Ezra ve Doruk. Çoklar Meydanına gitmek için araçlarımıza yerleşiyorduk. Bir daha geri dönmemek üzere terk ettiğim bu değişen evine son defa baktım. Eşyalarımın tamamına yakını bir daha dönemeyeceğimiz bu yerde kalmıştı. Kıyafetlerim ve biraz paranın dışında yanıma aldığım tek şey Halil ağabey'in saatiydi. O koca adamdan çok şey öğrenmiştim ama en büyük dersi öldükten sonra vermişti. Hayat kendimizden çok sevdiğimiz kişilerle anlam kazanıyordu, yoksa savrulup gidiyorduk. Oktay denilen herif bile ailesini sağlama almak için uğraşıyordu. Benim hiç ailem olmamıştı ki... Değişen meclisinin bile bir parçası olarak hissetmiyordum kendimi. Bir ailenin parçası olmaya en çok yaklaştığım ansa kulübede akşam yemeği yediğim zamandı. Belki sırf bu yüzden, o aileye duyduğum hislerden dolayı, Cesur denilen çocuğu korumam gerektiğini hissediyordum. Arabasına binmeden Timur Bey'i durumdan haberdar ettim:

"Patron, Cesur denilen çocuk ile ilgili bir işler dönüyor. Tam olarak ne olduğunu anlamadım ama Oktay bu konuda bir şeyler saklıyor gibi."

Timur Bey bana cevap bile vermeden, Oktay'a seslendi:

- Oktay, Burak ile yer değiştirin. Sen bizim araçla geliyorsun.

Bana karşı bir zafer kazandığını sanan balkabağı pis pis sırıtıyordu:

- Emredersin, Patron!

Metamorfoz Serisi-BaşlangıçWhere stories live. Discover now