10. Bölüm: Sahipsiz Geceler

21 12 54
                                    

Bu yüzden yolunu açacağım.” Dedi. Belki de henüz göz pınarlarım kurumamıştı. Çünkü gözlerim doldu. Aramızda uzun bir sessizlik olurken ikimiz de durumun üstesinden gelmek için zaman tanıyorduk.

Fakat bu defa büyük bir lokma almışım gibi hissetim. Yutamayacağım bir lokma. Ona baktığımda onun da aynı durumda olduğunu gördüm.

Lokmayı yutması gerekiyordu ama kaldırabileceğinden ağırdı. Neden? Diye düşündüm. Neden bu kadere hapsolmuştuk? Neden buna zorlanmıştı? Neden ötekileştirilmiştik?

Kimseye gerçekte ne yaşadığımızı anlatamıyorduk. Ağzımıza uzun zaman önce mühür vurulmuştu. Öylece beton zemine bakıyordum.

Onlar... İyi insanlardı. Pek çok insandan daha iyiydiler? Hak etmiyorlardı. O halde neden kimse dur demiyordu. Derin bir nefes verdim. Yarın o gidecekti. Ve birkaç ay sonra ben, ha? Anlıyordum. Ölecektik.

Rüzgar esti. Kolunu omzuma koyduğunda kafamı salladım. Hayır, ben ölmemeliydim. Onun için, yolumu açmayı seçtiği için, uğrumda öldüğü için ben yaşamak zorundaydım. İkimiz adına da yaşamak zorundaydım.

Ama yaşamam sadece hayatta kalmak demek miydi?

Ben önce hayatta kalmayı becermeliydim.
“Yaşayacağım, senin için de...” Gözlerinden yaşlar aktı. “Arkadaşlarıma veya çevreme veda edemedim... Gerçekleri diyemem. O halde ne diyebilirdim ki?”

Elini sıktım. “Boş ver, böyle bir durum olduğu kimsenin aklının ucundan geçmez.” Bizler arkadaşlarına bile veda edemeyenlerdik. Arkasına yaslandı. “Ben cesedimin bulunmasını istiyorum.”

Sakince ona baktığımda devam etti. “Eğer bulunursa, beni arkadaşlarıma ver. Cenazemi onlar yapsın. Bir kaza olduğunu söylersin, en azından sevdiğim insanların elleriyle gömüleyim.” Yutkunamadım. Fakat kafamı salladım.

“Sen de gel mezarıma, sakın unutma ha! Sen unutursun.” dedi gülmeye çalışırken şakacı bir sesle.

Yavaşça göz kapaklarımı açtım. Ardından gözlerim tavanı buldu. Neden. Neden bunları hatırlıyordum? Yutkunamadım. Bir insanın son günü olduğunu bilmesi... Son sözler, gözlerindeki o, bin parçaya bölünmüş bakışlar.

Yapmak istedikleri onca şey varken ölümü hafifçe selamlamış olmaları. Pek çoğunun gitmemiş olabilirdi fakat benim ağrıma gitmişti.

Son sözler. Olacakları bilmesine rağmen telaşsız, kendi karakterinde ve biraz da şaka katarak konuşmaya çalışmak. Dünyaya olan onca kırgınlığına rağmen karşı tarafın moralini yüksek tutmaya çalışmak.

İşte benim hala yutamadığım o büyük lokma buydu, aşamadığım lokma. Tüm o acıyı sırtlarken, yüzünün gülmesi ve karşıdakini iyi etmeye çabalaması... Bu lokmayı asla yutamazdım.

Sanki bir partiye davet edermişçesine ve orada onu kavalyesiz bırakırmışçasına sarf edilen o dürüst, hafif dobra sözler... Hafif tavır koyar, hafif azarlar gibi, dosta elini ayağını nereye koyması gerektiğini söyler gibi...

İnsan o an fark ediyordu, orada ana karakter oydu. Yaşaması gereken, insanlara yol göstermesi gereken. Ve şöyle diyordun dünya için ne büyük kayıp, oysa çok önemli biri olabilirdi. Derin bir nefes verdim.

Her neyse, kaç yıl geçerse geçsin, kimsesiz bir gece vakti, arkadaşının ölümü için konuşmak alışılacak durum değildi.

Oradaki o sözlerdeki, çok kızarım tonundaki şakacı ‘ha’ uzatması seneler sonra bile zihnimde büyüyordu. Ne tuhaf, oysa tüm bu olanlardan kimsenin haberi yoktu. Bu nedenle kimsesiz bir gece vaktiydi.

  Hava kararmaya başlamıştı. Gözlerimi ovuşturdum. Kafede uyuya kalmıştım anlaşılan. Okulda kimse kalmamıştı. Yavaşça doğruldum ve çantalarımı taktım. Yavaşça çıkışa ulaştım. Yağmur yağıyordu. Kapıyı iterek dışarıya çıktığımda profesörle karşılaştım.

Her zamanki gibi sigarasını yakmaya çalışıyordu. Yüzünde rahat bir ifade vardı. Kafamla ona selam verdim. Bu olgunluğun ve bilgeliğin altında onun gölgesine bakarken bile, asla onun yaşadığı şeyleri yaşamak istemem, diye düşünüyordum.
“Müsait misiniz hocam?”

Güldü. “Sen hala burada mısın.” “Evet.” Sigarasının dumanını üfledi. “Söyle bakalım.” “Şu ödevler hakkında-“ Çantamı karıştırarak iki belgeyi de buldum ve profesöre uzattım. İkisini de alıp okumaya başladı.

“Hineta’yı geçirmeyi düşünüyorum fakat-“ “Leyla konusunda emin değilsin.” Şaşkınlığımı hızla üstümden attım. “Evet, siz ne düşünüyorsunuz?” Tekrar dumanı havaya üfledi. Sigara kokusundan hiç hoşlanmazdım fakat zaten çokça kavga etmiştik bu konuda.

Artık karışmıyordum. Hocamız da dumanı benden uzağa üflüyordu zaten. “Bilemem Eylül. Dersin hocası sensin.”

Yağmura baktım. Dışarıda hiç insan yoktu. “Yine de size akıl danışmak istiyorum.” Hineta’nın belgesini bana verdi. Leylanın belgesini ise tekrar okudu. “Beş tane çocuğun olduğunu var say.” Kaşlarımı hafif çattım. “Hepsini anaokuluna gönderdin diyelim.” “Beşizler yani.” Güldü. “Evet beşizler.”

Devam etti. “Biri okumayı hemen söktü, diğer ikisi ise normal takvimde seyrediyor. Birinin derslerle alakası yok ve öbürü ise harfleri hemen tanıyor fakat birleştirmekte zorlanıyor.”

Bu konu nereye varacaktı acaba? “Hangilerini ilk okuluna gönderirdin?” “Tabii ki ilk dördünü. Sonuncu biraz daha kalabilir.” Leyla’nın kağıdını bana verdi. “Emin misin? Orada kendi durumunu görüp okuyan herkesi görüp hırslanabilir. Ya da başarısız olduğunu düşünüp iyice gerileyebilir.

Öte yandan onu kardeşlerinden ayırman da aynı etkiyi yaratabilir. Hele de derslerle alakası olmayan kardeşi bile geçebilmişken, kendisi bu kadar çaba sarf ederken. Unutma! Çocuklar anlamını bilmese de bu duyguları yaşayabilir.”

“Peki ne yapmalıyım?” Kafam, eskisinden daha çok karışmıştı. Doğru diyordu, belki de tembel olanı da bırakmalıydım fakat o zaman bu ona yaptığım bir haksızlık olurdu?

“Bilmem, anneleri sensin.” Diyerek kesin bir nokta koydu. Pek çok bakış açısı vardı. Çocuk bakmak pekala zordu. Hele de beşizlere. Böyle bir durumda o çocuğa ne yapmam gerekiyordu? Bir sürü olasılık vardı. “Eylül, beni kampüsün Yeşil Baş kafesine bırakabilir misin?” Kafamı ona çevirdim. “Evet, elbette.”

Beraber arabama bindik. O camı açmıştı, sigara içmiyordu fakat arabamın kokmasından nefret ettiğimi açıkça belirttiğimden bunu tercih etmişti. Dudaklarımı ısırdım. Kolunu dışarı çıkartan profesör tekrar güldü. Rahat ve sakin bir gülüşü vardı.

“Neden çocuğu oynatılacak bir piyon olarak görüyorsun. O hamle yapman gereken bir taş değil, o bir insan ve senin çocuğun.”
Kaşlarımı çattım. Ne demek istiyordu?

Karar vermem gerektiğini söyleyen o değil miydi? Kafenin önünde durdum. Burası genelde profesörlerin takıldığı bir kafeydi. İçeride bu gün aldığım iki bunağı da gördüm. Hafif kaşlarımı kaldırdım. Demek hala buradalardı.

“O ikisiyle buluşacağım.” Dedi profesör. “Ah.” Dedim, onlara baktığımı fark etmişti. Gözünden hiçbir şey kaçmıyordu. Bir süre arkasına yaslandı. “Zor değil mi. Geçmiş ve şimdi...”

Ne demek istediğini anlayamadım. Fakat galiba ikisiyle önceden tanışıyordu. Araçtan indi. “Bebeklerini incitme, sende kötü anne potansiyeli çok.” Suratımı asarken, o kahkaha attı. Aracı tekrar çalıştırdım ve eve yol aldım. Kırmızı ışıkta durdum.

Belki de almam gereken bir karar yoktur? Leyla’yı aradım. Fakat açmadı, şaşırtıcı değildi. Bende sınıfın en sosyal insanı David’i aradım. “Oo, hangi dağda kurt öldü de beni arıyorsun?”

“Leyla’yı arıyorum. Nerede biliyor musun?” “Evet bizimkilerle kelebek kafedeyiz.” “Bizimkiler?” Güldü. “Hani şu asla gelmediğin ve görmezden geldiğin bizimkiler. Sınıf arkadaşların.” İç çekti. “Leyla da burada.” “Beş dakikaya oradayım.” 

Korkunun Güncesi:1  FİLOFOBİK Donde viven las historias. Descúbrelo ahora