30. Bölüm: Tutsaklık Malikanesi

2 2 0
                                    

Ana yemekten sonra ayağa kalkarken, “Demlenmiş olmalı.” Dedi hafif bir sesle. Usulca ona bakıyordum. Üstteki dik açılan ahşap dolabı çekti. Tuhaf bir fincan çıkarttı, beyaz, üstünde çiçek desenleri vardı.

Kulpu daha şekilliydi. İngiliz çay fincanlarına benziyordu. “Öyle bir şeyim olduğunu hatırlamıyorum.” Dedim kaşlarımı çatarken, hafifçe bana döndü.

Bardağı indiren eli yarı yolda kalmış. Yaptığı şeyin hata olma olasılığını sorguluyor gibiydi. “Ah, bunlar benim. Kendi fincanımla içmem sorun olmaz diye düşünmüştüm. Yarın geri götürürüm.”

Anlaşılan hata olduğuna karar vermişti. 
Yaslandığım mermerden hafif doğruldum. “Hayır, şey... Kalabilirler fakat başka eşyanın getirmemeni rica ediyorum.”

Kafasını salladı. Ona kaba davrandığımı düşünerek kafamı önüme çevirdim ve eğdim. Kaba olabilirdi fakat her şey mesafeyi korumak içindi. Aptal mesafe, çünkü ben, annemin seneler önce söylediği gibi mesafelerin yıkılmasından korkan bir aptaldım.

Keşke onu işe hiç almasaydım, keşke yemekleri yapan bir robot olsaydı, keşke alem zorlamasaydı, keşke-
“Size de kendi fincanımla ikram edebilir miyim?” Düşüncelerim, gelen sesle sustu. Gözlerim açıldı. Ve korku dolu ruhumu yansıtan bakışlarım, kirpiklerimin ardından onu gördü.

Yutkunup kamburlaşmış belimi doğrulttum. Size... Evet, kullandığı bu basit ifadenin değiştiğini ve mesafe koyduğunu fark etmiştim, ama aynı zamanda bana çay fincanını sunuyordu.

Baş parmaklarımı birbirine sürterken, yorgun ve darmadağın bakışlarımı önümdeki mermere tezgaha kaçırdım. “Memnun olurum.” Fincanları alıp masaya koyarken, porselen şıngırtı sesleri kulağıma çalındı. Elbisesini düzelterek oturdu.

Zarif hareketleri insanın dikkatini çekiyordu.

“Biliyor muzunuz Eylül hanım, hayatta öğrendiğim en önemli şey: Hayatımızda olan bazı ufak değişikliklerin, daha sonra olacak büyük bir değişikliğe hazırlık ve onu kabul edebilmek için olan ön ayaklar olduğunu öğrendim.”

Çayımdan çıkan buharları izlemeyi kesip onun kırışık fakat hala zarif ve asil görünen zambak gibi yüzüne baktım. “Böyle bir olay düşünebiliyor musun?” dedi nazik bir sesle. Kaşlarımı çatıp bir anda kaşınmaya başlayan saçımı kaşıdım.

“Evet, mesela çocuklar ebeveynlerine bir şey aldırmak istediklerinde haftalar öncesinden alıştırır,” Omuz silktim önüme dönerken. “En azından ben öyle yapardım.” Güldü. “Bende. Eminim pek çok çocuk yapıyordur.”

Çayımdan bir yudum aldım. Hafif yüzüm buruşturdum. Bu Elizabeth’in yaptığı en kötü şeydi, açıkçası böyle berbat bir şey yapabileceğini bile  anmazdım. “Tadı biraz baharatlı ve acıdır. Bitkilerden dolayı. Fakat sağlıklı.” “Ne güzel.” Derken yüzümü ekşiterek bir yudum daha aldım.

Arkama yaslandım. Buluşma vaktine az kalmıştı. Çaydan, onu kırmamak için bir yudum daha aldım. Ve ayağa kalktım. “Kusura bakma, buluşma için şimdiden çıkmalıyım.”

Ayağa kalktı. “Üzülme, senin için termosuna koyarım.” Bir saniyelik boşluğa düştükten sonra, “Olur.” Diye mırıldandım. Hiç sesim çıkmamış bile var sayabilirdik.
Ben paltomu giyerken Elizabeth tekrar belirdi ve termosu verdi.

Botumun bağcıklarını bağlayıp, onu aldım. Ardından kapıdan çıktım. Hafif sinirle ilerlerken ayağım kaydı ama düşmeden toparladım. Ellerim öne uzanmıştı.

“Tamam ilahi adalet! Kızgın değilim.”
Vay canına! Sanırım Elizabeth gibi bir kadın cidden gözetiliyordu. Gökyüzündeki ona kızmamı bırak, kızma düşüncesini aklımdan bile geçirmeme sinirlenmiş olabilir miydi?

Beni de bir gün öyle sever miydi? Elizabeth gibi yarattıklarının arasından, yarattıklarından beni korur muydu? Ruhumdaki bu sancıyı durdurur, bana mutluluğu hediye eder miydi?

Yavaş ve dikkatli adımlarla arabama bindim fakat kontağı çalıştırmadan kardeşimi aradım. Aklımda yapmam gereken şeylerin gölgesi sinsice dolanıyordu. “Selam abla?”

“Miri, siz, şu bana gönderdiğin avukatla ne kadar- daha doğrusu ondan hoşlanıyor musun?” “Ne!?” Diyerek çığlık attı. “Abla ne alaka? Dur! Yoksa sen mi hoşlanıyorsun. Hoşlanıyorsun ve ben hoşlanıyor muyum diye mi kontrol ediyorsun?” Tek kaşım seğirdi. “Hayır,” dedim keskin bir sesle.

“Sadece, merak ettim.” “Doğruyu söyle abla!” “Seni sorgulayan ben olmalıydım. Her neyse, benim hoşlanmam gibi bir durum söz konusu değil. Sadece yeni platonik aşkın bu mu diye merak ettim.” Güldü. “İlginç bir soru.” “Cevabı ne peki?”

“Neden, bir şey mi söyledi?” “Miri hayır.” “Peki güzel ablam bu kanıya nereden vardı?” “Uzaktaydı, seni tanıyordu ve senin yakışıklı tanımına uyuyor.” Sessiz kaldı. “Ee?” dediğimde, “Hiç öyle düşünmemiştim. Aslında gerçekten yakışıklı.” Dedi.

Bir anlığına yüzüm kasıldı. “Ben ondan hoşlanasın diye demedim!” Kıkırdadı. “Ayrıca savcılığa oynuyor!” “AH, MİRİ!” Diye bağırdım. “Neyse ben bu konu üzerinde biraz düşüneyim o halde.” Dedi bilge bir halde. “Kapat Miri kapat!”

Bunu kardeşime sorarken, önceden onu fark etmediği fakat benim fark ettireceğim hiç aklıma gelmemişti.

Sevmek, böyle bir şey miydi?

Telefonu bırakıp yola koyuldum.
Alex bir dağ başında, cinayet romanlarına konu olabilecek dış mimariye sahip bir konuta ait dairede kalıyordu. Biraz pansiyonu da andıran bu rezidans, 1900’lerin başında inşa edilmişti.

Giriş lobisinde duran adam da, cinayet kitaplarındaki uşakların tıpa tıp aynısı olduğundan ve lobideki devasa şöminenin başında iki kanepe olduğundan bu hisse kapılmak daha kolaydı.

Bahçıvanları bile olan, bu gözlerden uzak ve sessiz yerdeki rezidans, bir cinayet kitaptan fırlamışçasınaydı. Alex böyle gözlerden uzak, ıssız, dağın başında ve sadece zengin mafya babalarının sahip olabileceği bu daireyi nereden bulmuşta almıştı?

Açıkçası konu Alex olunca, her dala bir kol attığından burayı bulmakta zorlanmayacağı aşikardı. Beni asıl meraklandıran, bizim fakir Alex, ki fakirliği de şüphe uyandırıcıydı. Bu evi nasıl almıştı?

Ben arabamı devasa şekilli demir kapının önüne çektiğimde dışarıdaki bekçi yanıma geldi, bense etrafta, tavus kuşu arayan gözlerimi göremeyeceğine dair ikna edip bekçiye döndüm. Karanlıkta olmamıza rağmen bu ev fener dolu olduğundan yüzünü net bir şekilde görebiliyordum.
Camımı açtım. Belki de Alex kazandığı o kadar parayı bu eve yatırıyordu?

“Buyurun matmazel?” “Eh, selam.” Her zaman bu durumu yaşamak beni hala afallatıyordu. “Alex Riddle ile buluşacaktım.”

Buradan, lobiyi ve bana bakan uşak kılıklı herifi görebiliyordum. Bahçe arka taraftaydı ve buradan ana kapıyı ayıran mesafe en fazla 10 metre falandı. Ve lobinin şatafatlı altın sarısı aydınlatması Fransız camlarla baştan aşağı görkemli bir şekilde görünüyordu.

“İsterseniz beyefendiye ulaşana kadar arabanızı otoparka çekeyim? Sizi lobide ağırlayalım?” “Hayır. Alıp gideceğim.” Bir süre bana baktıktan sonra arkasını döndü. Neyse ki meraksız biriydim ve bu ev hakkında başını yemiyordum, belki de merak yerine bağ kurmaktan korktuğum için de olabilirdi.

Her neyse, Alex bunun için fazlasıyla şanslı...



Korkunun Güncesi:1  FİLOFOBİK Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin