27. Bölüm: Gizlice Yaklaşmak

3 2 0
                                    

“Afiyet olsun.” “Afiyet olsun.” Diyerek hep bir ağızdan Elizabeth’e karşılık verdik. David hala genişçe esniyordu. Jaz ise Teo’nun  omzunda tekrar uyuya kalmıştı bile. Teo ona şefkatle gülümserken, uyanmaması için çok az kıpırdanıyordu.

Anlaşılan bu gün kimsenin erken dersi yoktu. Benimki 11’de başlıyordu. Giny sesi ve jaz'ın otomatik alarmı sayesinde uyanıp, çoktan bize hazırlanan kahvaltı sofrasına geçmiştik. Elizabeth hepimizin tabağına, kızarmış yumurtalı ekmekler koyarken yüzünde yine güller açıyordu.

Kendi ekmeğime reçel koyarken, etraftan çıkan tek ses, esneme sesleriydi. Elizabeth kahve kupalarını dağıtınca, büyük bir yudum aldım. 


“””

Karışık tostumu ısırdım, ısırdığım yerden buharlar çıkıyordu. Hala tuhaf hissediyordum kendimi. Etrafıma baktım fakat geniş kafeteryada herkes kendi halindeydi. “Ee, yani sen ne diyorsun?” dedi Leyla tostunsan devasa bir ısırık alırken.

Ardından ağzı yandığı için, gözleri yaşarırken, ağzını açıp eliyle yellemeye başladı. Omuz silktim. “Akşam seninle gelemem dedim ya Leyla.” Dedim içecek uzatırken.

Büyük bir yudum aldı. “Ama yalnız gidemem.” Dedi yutkunurken. “Neden Hineta ile gitmiyorsun? Oldukça zeki!” derken tekrar tosttan ısırdım. “Ama çok üşengeç.” Dedi gözleri etrafı tararken. “Akşam işim var ama Leyla.”

“Saat kaçta?” diye homurdandı. Yutkundum. “Sanırım saat 8.30 doğru biter.” “Tamam sonra benimle gel.” “Senin için 8’de başlıyor.” Durdum ve turuncu saç görmemle oraya baktım. “Hineta!” diye bağırdım.

Kalabalığın içindeki turuncu saç, hareket etmeyi kesip kendi eksenini kontrol ederken elimi havaya kaldırdım. Buraya doğru geldi. “Ar~e?” dedi Japonca. Arada kendi dilinden bir şeyler söylerdi.

Gerçi burada pek çok değişim öğrencisi kendi dillerindeki bazı kavramları İngilizceyle bütünleştirirdi. Hineta gibiler genelde ünlem ve seslenmeleri geçiriyorlardı. Bu, dünyanın artan Asya sevgisinden de olabilirdi. Çünkü özellikle Japonlar ve Koreliler kadar kendi dillerini araya katan milletler daha yoktu.

Ruslar genelde içmek gibi konularda Rusça terimlerle birbirlerini dürtüyorlardı. Almanlar kendi dillerini pek konuşmuyorlardı. Fransız ve İtalyan kesimse genelde kavgalarda yuvarlayamadıklarında ellerini birleştirir bir şeyler gevelerlerdi. Ben genelde ‘lan’ diye ağzımdan kaçırıyordum.

“Leyla’nın akşam bir işi var ve eşlikçiye ihti-“ Aklımda beliren fikir silsilesiyle durdum. Hineta, “Hadi ama ben mi!?” diye homurdanırken yavaşça Leyla’ya döndüm. “Sana eşlik edecek birini buldum fakat sadece bir fikir.”

Leyla merakla, büyük yeşil gözlerini kırpıştırdı. “O, benim Alex?”
“O çocuk mu!” Dedi yüzünü ekşitirken, hiç hoşnut olmadığı belliydi. Hineta, “Şu, geçen gün sınıfa gelen parlak çocuk mu?” dedi, turuncu gözleri maziyi hatırlamaya çalışıyor gibi derinleşmişti.

Mırıldandı. “O çocuk ışık saçıyor yahu. O gittikten sonra gözlerim acıdı.” Leyla daha çok suratın buruşturdu. “Ondan hiç hoşlanmadım. Ayrıca benden küçük!” Omuz silktim. “Senden sadece bir buçuk ay küçük. Sen sınıftaki en küçük kişisin.”

Leyla’nın yaş takıntısı vardı.
Hineta “O çocukla ben görüşebilirim aslında.” Dediğinde ikimiz de şaşkınlıkla ona baktık, kollarını kavuşturdu. “Şu çocuk, o gün bir işten kurtulmama yardım etti. Sanırım, minnet borcumu falan ödeyeceğim.”

“Sana yardım etti?” dedi Leyla şaşkınlıkla. Hineta’yı hiç sevmeyip kendine, konuşmayacak kadar bile denk görmediğini anlamış oldum.

Hineta arkasını dönerken,  “Fazla gün ışığına maruz kalmak gibi hissettirse de, o çocuğun çok güçlü bir tarafı var. Bence sırf pozitif diye birilerini zayıf görmeyi bırakmalısın Leyla. O velet çok güçlü.” Tekrar bize döndü.

“Eylül, onun hakkında bence bilmediğin bir şey var ve bu bence tehlikeli.” “Nereden çıkartıyorsun bunu?” Güldü. Eliyle turuncu saçlarını arkaya itti. “Ben çok zekiyim. Her neyse, akşam Leyla, ben ve lamba çocuk buluşalım.”

“Hineta.” Dedim, açıkçası onunla görüşmek isteme nedeni, bana kalırsa onu sorgulamak ve Alex ne saklıyorsa öğrenmekti. Hineta’nın zihni böyle çalışırdı, rakipleri tanı. Durdu. Kızıl gözleri beni buldu. Devam ettim.

“Alex, biliyorum. Güçlüdür. Fakat senin dünya üzerinde bilmediğin pek çok şey dönüyor. Alex sana bir şey söylemek istemiyorsa, bunun iyi bir nedeni vardır. Zorlama.”

Bir süre turuncu gözlerini bana dikti. Kararlı ve derin bakıyordu gözleri. Bir casusu andırıyor, diye düşündüm. “Evet, dünyada birbirimizin bilmediği pek çok şey dönüyor.” Arkasını tekrar döndü. Kimseyle fazladan zaman harcamıyordu.

“Bana mesaj at Leyla. Ya da bilemiyorum, güvercin falan yolla.” Leyla kollarını kavuştururken, Hineta burnundan gülerek uzaklaşmıştı.

“Ne yani, hepiniz tuhaf organizasyon islerine karıştınız ve bir normaliniz ben miyim?” Kıkırdadım. “Saçmalama Leyla. Öyle şeylere bulaşmak, sandığından daha zor. Sadece ailevi meselelerdir. Anlarsın ya?” Dedim tostumu ısırırken.

Fakat Hineta’nın dediği şey aklıma takılmıştı. Onun dünyasında neler dönüyordu? Alex ona ne konuda yardım etmişti? Tembel Hineta, tembel olmaktan daha çok yükselmemesi gerektiği için mi tembel rolü yapıyordu?

Şu vardı ki, dünya üzerinde, gerçekten bin yıl düşünsek aklımıza gelmeyecek olaylar dönüyordu. Pek çoklarımız, kimsenin hayal dahi edemediği savaşlar veriyorduk. Derin bir nefes verirken arkadaki cama baktım. Bir erkek gurubu konuşuyordu. Onları tanımıyordum. Kafamı geri çevirecekken gözlerim bir şeyde durdu.

İçlerinden birinin taktığı bir kolyede...
Kurutulmuş bir sakura kolyesi. Yutkunurken el ve ayaklarım buz kesti ama titrekçe güldüm. Bu kolye bu kadar popüler miydi? Derken gözlerim kolyenin zincirinde tırmanmaya başladı. Benim kolyemin ucundaki bölüm koptuğundan oraya mavi bir zincir eklemiş, oradaydı!

Mavi zincir. Benim eklediğim zincir. Tostum elimden düştü. Bu, bu imkansız!
Öfke damarlarıma pompalanmaya başladı.
Poyraz öldüğünde kolye düşmüş olmalıydı. Bu çocuk o kolyeyi nereden bulmuştu?

Oraya nasıl gitmişti? O kolyeyi nereden ve neden almıştı? Neden takma ihtiyacı hissetmişti? Sadece sormak istiyordum. Koşarak kafeteryanın çıkışına ilerledim. Arkamdan Leyla da koşuyordu. İnsanları yararak arka bahçe kapısına ilerledim. Savurarak kapıyı açtım ve oraya yöneldim. Nefes nefese kalmış bir şekilde durdum. “Gitmişler?” Nasıl? Nereye?

“Manyak mısın sen!” Diyerek omzuma vurunca hafif öne savruldum. Kambur bir şekilde kollarım iki yana cansız birer et parçası gibi savrulurken. Saçlarım gözümün önüne geldi.

Nereye gitmişti? İki et parçası gibi hissettiğim kollarımı kaldırdım. Gözlerimi tuttum. Hayal mi etmiştim? Rüya mı görmüştüm? Buz gibi havaya hızla buharlar veriyordum. Gözlerimi tutan ellerim onları aşağı doğru çekmeye başladı.
Bu imkansızdı zaten.

İmkansız.
İmkansızdı.
İmkansız.
İmkansız.

Leyla kollarımı tutu. “Beni korkutuyorsun. Neler oluyor?” dedi titreyen sesiyle. Halimden ürkmüştü. Sesi bedenimi şekle sokmam gerektiğini hatırlattı. Ellerimi indirdim. Usulca doğruldum. Yüzüme manidar bir bakış verirken gülümsedim.

“Bir an, bir an, birini gördüm sandım.” Diye mırıldandım. “Kimi?” dedi merakla etrafına bakınırken. “Şey, çocukluk arkadaşım.” Durdu, soluklandı ve ardından yumuşadı.
Rahatlamasının her saniyesini izlerken o güldü. “Birileri gece uyumamış anlaşılan.”

Dedi derin ve rahatlamış bir nefes verirken. Kafamı kaldırdım. “Evet, aslında uyumamıştım.”

“Çok normal o halde. Bu günlerde kendini çok zorluyorsun. Sen Einstein değilsin. Hadi derse gidelim.” Derin bir nefes verdim. “Bu gün erken yatacağım.” Güldü. “bence de, bu gün erken yat sen.” 

Korkunun Güncesi:1  FİLOFOBİK Where stories live. Discover now