14. Bölüm: Kaptanın Pusulası

18 10 0
                                    

Saatler sonra taslağı kontrol ediyordum ki kapım çaldı. “Gel?” dedim hala projeye bakarken. Şimdi bunu kağıda dökmem gerekiyordu.

Kalın meşeden yapılma masama tabak ve bardak konulunca baktım. Üstünden dumanlar çıkan elmalı turta ve kahve vardı. Elmalar mükemmel bir şekilde kızarmış görünüyordu.

“Ah, hiç gerek yoktu. Bu kadar kendini yormana gerek yok.”

Olgunlukla gülümsedi. “Olsun Eylül hanım, aç bir şekilde kafan almaz.” “Pekala, teşekkürler.” O etrafa bakarak odadan çıktı. Kahveden bir yudum alıp bir kağıt çıkarttım. Fakat elmalı turtaya dokunmadım.

Elime kalem ve cetvel aldım. Kulağıma kulaklığımı taktığımda tekrar düşünceler beni buldu.

Beni asla unutma.”

Tuhaf tuhaf ona bakıp hafif gülmüştüm. “İnsan seni asla unutmayacağım der.” Dedim hayatta kalacağına inanç bağlamak için. Öbür türlüsünde konuşmaya devam edemezdim.

Acı gülüşünden farklı olarak, gerçekten güldü. “Onun için demedim. Bu söylediğin kişiye göre değişir ayrıca. Mesela, ben zaten seni asla unutmayacağım. Senden ricam senin de beni unutmaman. Çünkü sen... Beni unutabilirsin.”

Ona yavaşça sarıldım. “Gitmek zorunda değilsin.” “İki türlü de öleceğim. Asıl sen boş ver.” Ayağa kalktı. Gözlerinden yaşlar akıyordu fakat bunu göstermek istemiyordu, bu Poyraz’dan daha farklıydı.

Hadi, elmalı kurabiye alalım. Ölmeden son kez yemek istiyorum.” Ayağa kalkmıştım fakat boğazım düğümlendiğinden konuşamadım. Beraber bütün pastaneleri ve kafeleri gezdik fakat ya kapalıydılar ya da yoktu.

Dudaklarımı ısırdığımda o belini doğrulttu. “Neyse.” Dediğinde gözlerim açık bir pastane daha arıyordu. “Neyse, olacağı yokmuş.” Derken güldü. Zaten dünyada ne istediğimiz gibi olmuştu?

Omzumu sıktı, sesim titrerken. “Sağlık olsun.” Dedim. Gülümsedi. “Aynen, sağlık olsun.” Banka geri döndüğümüzde onu durdurdum.

“Yarın sabah.... çok erken, 4’te burada buluşalım. Söz veriyorum sana sıcacık elmalı kurabiyeler yapacağım.” Neşeyle bana sarıldı. “Çok teşekkür ederim be.” Ona sıkıca sarıldım.

Müziği kapattım ve doğruldum. Gözlerim dolmuştu. Ayağa kalktım ve pencereye gidip camı açtım. Ilık rüzgar yüzüme çarpıyordu. Düşünceler beni çok etkileyebiliyordu. Kafamı pencereden dışarıya sarkıttım. Siyah saçlarım yüzüme düştü.

İyice soğuyan havayı içime çektim. Düşünmemeye çalışıyordum. Pek çok şeyi unutmaya ve düşünmemeye çalışıyordum. Düşünürsem boğulurdum. Zihnimin bedenimin kontrolünü ele geçirmesine izin vermemeliydim.

Orası karanlık bir yerdi. Kollarımı cama koydum ve kafamı kollarıma yasladım. Ve derin bir nefes aldım.

Daha çok omuzlarıma kramp giriyormuş, zihnimde bin kişi boy gösteriyormuş gibiydi. Ve tüm bunlar olurken bedenimin geri kalanını hissetmiyordum. Sanki orada yokmuş gibi. Bu nedenle fiziksel acı bazen iyiydi. Ona odaklandığımda içim acımıyordu.

Zihnim.

Zihin denen şey korkutucu bir yaratılmıştı.

Bazen onun yapacaklarından korkardım.

Bazen de, onun bana yaptıracaklarından korkardım...

Gerçi artık daha çabuk toparlanıyordum. Nede olsa ilk andaki acıyla boğuşmuyordum, sadece acının izi ile boğuşuyordum.

Saatler sonra daha iyi olduğumda camdan ayrıldım ve kağıda projeyi çizmeye koyuldum. Saatler geçerken Elizabeth kahvemi tazelemek için geliyordu fakat ikimiz de konuşmuyorduk. Bir soğukluk dalgası yayıyor olmalıydım.

Bazen çok güçlü duygular yayardım etrafa fakat çoğu zaman farkında olmazdım. Hala projeyle uğraşırken kapım tekrar çalındı. “Gel Elizabeth.” Derken kapıya döndüm.

Hafif bir tebessümle beni selamladı. “Ben eve gidecektim. Başka bir arzunuz var mıydı?” Saate baktım. Epey ilerlemişti. “Ah, bu gün için teşekkürler. Mola ver lütfen.” Derken cümlelerimle yaydığım soğuk havayı bertaraf etmeye çalıştım.

Korkunun Güncesi:1  FİLOFOBİK Where stories live. Discover now