30.BÖLÜM

971 95 4
                                    

Antik Roma ZEUGMA KENTİ Lima

Lima kafasını toplamak umuduyla kütüphaneye gitti. Alelade bir papirüs'ün rulosunu düşünceli bir şekilde açıp masaya yatırdı. Henüz bir kaç satır bile okumadan derhal bundan vazgeçti. Bu kez bir şeyler yazıp rahatlarım umuduyla deri kaplı defterinin başına gitti. Uzun zamandır defterini aralamadığını fark etti. Demek ki uzun zamandır ruhum hiç olmadığı kadar huzurluymuş diye düşündü. Şimdi ise yalnızlığa terk ettiği aziz dostundan medet ummak zorundaydı. İç döküşün o rahatlatıcı duygusunu tatmak umuduyla, tavus kuşu tüyü ile süslenmiş olan kamışın mürekkebe olan özlemini gidermek için onu, hokkayla buluşturdu. Düşüncelerini toplamak için gayret etse de, bir iki eksiltili cümleden sonra bunu başaramayacağını anladı. Defterini güvenli sığınağına emanet ettikten sonra masadan kalktı.

Yalın bir kütüphaneden çok uzak olan bu mekan, aynı zamanda bir sanat ve bilim atölyesini andırıyordu. İlkel bir şövalyeye sıkıştırılmış olan yarım kalan resmine göz attı. Papatya tarlasındaki gelinciklerin o hoş uyumu arasında yürürken, elbisesi uçuş uçuş olan bir genç kız, aceleci tavırlarla tamamlanmayı bekliyordu. İlk bakışta gayet mutlu bir anı yakaladığı sanılan bu genç kızın akibeti, Lima'nın parmaklarının ucundaki merhamete bağlıydı. Bu yarım kalan tablo, birkaç dakika sonra dünyanın tüm mutluluklarını içine sığdırabileceği gibi; akıl almaz bir şekilde korkunç bir sonla da tamamlanabilirdi. Tıpkı hayatlarımızın, nice acı ve tatlı sancılardan sonra beklenmediğimiz kılıklara giren akibetleri gibi...

Farklı tonlardaki at kuyruğu fırçalarına göz atıp, ilk kahverengi olanı tercih etti. Bitki köklerinden elde edilmiş olan rengarenk boyalardan birine batırdığı fırçasını, bir sanatçı edasıyla parmaklarının arasına sıkıştırdı. Sert darbeler eşliğinde, deri tualdeki yarım kalmış eserine, gelişigüzel figürler eklemeye koyuldu. Ancak gözünü ve gönlünü doldurmayan bu manzara karşısında, yılgın bir şekilde fırçayı elinden bıraktı. Hışımla geriye dönerken farkında olmadan boyaların yer aldığı rafa çarptı. Henüz ne olduğunu anlamadan, leylak rengi kabarık kıyafetinin kırmızıyla bütünleşen hali karşısında şaşkına döndü. Onlarca renk arasından neden kırmızı? Henüz bu mistik yanı ağır basan sorusuna mantıklı bir cevap bulamadan, yaralanarak kana bulanmış bir ceylan gibi ayaklarına hükmedemeyerek yere yığıldı. Beyni, olağan bir duruma yoldaşlık ediyormuş gibi bu komuta direnmeden boyun eğmişti. Başını ellerinin arasına alıp içinde oluşan zifiri kararsızlığına isyan etmeye başladı. Örgüler eşliğinde sıkı bir topuz yaptığı siyah saçlarını çıldırmış gibi bozmaya başladı. Ta ki tüm bukleleri dağınık bir hal alana kadar...

İçinde git gide büyüyen kara bir delik oluşmuştu sanki. Ne yaparsa yapsın içindeki o boşluk duygusunu bir türlü dolduramıyor; diğer taraftan ise bu tuhaf boşluğun onu git gide içine çekerek kuyruğunu yemeye başlayan bir yılan gibi kendi kendini yok ettiğini hissediyordu. Ayağa kalkmak için bir müddet çaba sarf etti. Bunu başarır başarmaz solgun adımlarla odasına doğru gitti. Göz göze gelmekten korkarcasına mozaiklere kazıdığı Adras'ın yüzüne baktı.

"Ah Adras, neden bu kadar geciktin? Neden bu tatlı hayata alışmamı sağlayan her türlü olanağın zafer kazanmasına izin verdin? Sana olan sevgimi sorgulayacak kıvama hangi ara getirildim? Bu eve ve Aleksandros'a o derece bağlandım ki; bunu sana itiraf etmekten bile utanıyorum..."

Daha fazlasını söylemeye mecali kalmamıştı. Daha doğrusu, zihninde yer edinen gizil duyguların varlığından ve de bunların açığa çıkmasından korkar gibi bir hali vardı. Yatağa uzanıp bu kez Adras'ın tavandaki eserini izlemeye koyuldu.
Zihninin sayfalarını alelacele karıştırarak Adras ile geçirdikleri eski günleri düşünmeye koyuldu. Bir nebze olsun vicdanını rahatlatmak veyahut günah çıkarmak gibi bir telaş içerisindeydi. Yaşadıkları coşkun aşkın anılarındaki izlerine dokunabilmek için çabaladı. Aleksandros'u ve bu konforlu hayatı tercih edecek olması, Adras'a olan aşkına ihanet demekti. Diğer yandan ise Adras'ı tercih etmek demek; Aleksandros'un onca verdiği emeğe, hoşgörüye ve de özveriye nankörlük etmek demekti. Beynini felce uğratan bu ikilemin üstesinden gelmek pek mümkün görünmüyordu. Hangi ara uykuya daldığını kestiremeyerek Vesta'nın sesiyle irkildi.

ZEUGMA'NIN SIRRI (TAMAMLANDI)Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin