33.BÖLÜM

914 96 15
                                    

Antik Roma ZEUGMA KENTİ Lima


Lima dizlerinin bağının çözüldüğünü sandı. Kolunda Adras olmasaydı, yere yığılması an meselesiydi. İlk sarsıntısı geçince daha da emin oldu: onu şaşkına uğratan kişi, Aleksandros'un babasından başkası değildi. Ama nasıl? Nasıl öğrenmişti bu gece kaçacağını? Onu izlemiş olabilir miydi? Her ne kadar tüm tedbirleri almışta olsa, köklü ve nüfuzlu bir aileyi arkasında bıraktığını akıl edememişti demek ki. Peki şimdi ne olacaktı? Bu anı, ikinci kez yaşıyordu. Diğer sefer Aleksandros'un insafı sayesinde kurtulabilmişlerdi. Ya şimdi? Kaçmaya çalışsalar, bunca muhafızdan kurtulmaları için toz zerreciğine dönüşmeleri gerekirdi. Şans hiçbir şekilde onlardan yana değildi. Son kez birbirlerine bakıyormuş gibi umutsuzluk sızan bakışlar birbiriyle buluştu. Bu birkaç saniyelik sessiz iç döküşün içine tonlarca kelimeyi sığdırdıklarını kim bilebilirdi? Koca evren onlara dar gelmişti. Bu dünyada hiçbir zaman kavuşamayacaklarını anladıkları o kısa süreli anın yarattığı hüzün, yüzyıllara bedel gibiydi.

Henüz ne olduğunu anlamadan ve bir komut bile işitmeden, arkalarında beliren muhafızlar, bir anda kollarını kavradı. Artık kıskaç altına alınmış birer hayvan gibi hissediyorlardı kendilerini. İki masum aşık, bir kez daha güçlüler karşısında yenilgiye uğramıştı. Aleksandros'un babasının karşısına getirildiklerinde ise utançtan öte tiksinti dolu bir duyguyla onun gözlerinin içine baktı Lima.

"Beni yanıltmadın Lima! Oğluma layık bir eş olamayacağını ta başından beri biliyordum. İlk sınavında da bunu kanıtlamış oldun."

Bir anda şaşkına dönen Lima, gerçeği anlamakta gecikmedi. Evet ya... Adras'ın bahsettiği koşullar bir anda onun sayesinde olgunlaşmış olmalıydı. Bu ilişkiyi nasıl öğrenmişti bir fikri yoktu. Aleksandros'un böyle bir şey yapmayacağından adı kadar emindi. Ona bu derece aşık bir adam, her şeye karşı korurdu çünkü onu. Ağzı sıkı diye bildiği adamları olup biteni ispiyonlamış olmalıydı. Evet, evet başka türlü olamazdı. Fırsatını bulduğunda ise onu sınamak için böyle bir komplo düzenlemişti. Adras'ın buraya gelebilmesi için tüm şartları iyileştirerek ona yardımcı olmak yoksa kimin aklına gelirdi. Neresinden bakarsa baksın entrika kokan düştüğü bu durum karşısında ona olan nefreti bir kat daha arttı. Her fırsatta onu yalnız bulduğunda aşağılayan bu adam, sonunda arzusunu gerçekleştirmişti. Gözlerini bürüyen ateşi püskürmek için gecikmedi.

"Adice hazırlanmış bu planın karşısında sana yalvaracağımı mı sandın? Elinden geleni ardına koyma! Senden korkmuyorum, hatta senden iğreniyorum, anlıyor musun?"

Böyle bir tepki beklemeyen senatör, bu kendini bilmez kadın karşısında metanetini daha fazla koruyamadı. Koyu yeşil gözlerinden ateş fışkırıyordu adeta. Yaptığından utanacağı yerde bu şekilde küstahça davranan bu iffetsiz kadına haddini bildirmesi gerekiyordu. Avucunun içi Lima'nın suratında şaklarken Lima bir anda kendini yerde buldu. Suratında bir yangın yeri vardı sanki. Ağzına dolan ılık sıvıyı derhal tükürdü. Ancak ne duyduğu acıyı ne de düştüğü durumu umursuyordu. Adras ona koşmaya çalışıyordu ama zebella gibi iki muhafızın elinden kurtulması mümkün olmadı.

"Bu ikisini de derhal zindana atın!"

Verilen emirle birlikte ışık hızında sürüklenerek kendilerini kuytu zindanlarda bulmaları bir oldu. Zaman nasıl geçmişti de buraya getirilmişlerdi farkında bile değillerdi. Lima, ancak kanayan bacaklarının acısını hissettiğinde etrafına bakınarak nerede olduğunun farkına varmaya başlamıştı. Ellerini içgüsel olarak etrafa gezdirmeye koyuldu. Birkaç metre karelik bir alandan fazlasına sahip değildi mekan. En azından diri diri toprağın altına gömülmediğim kesin diye düşündü. Bu düşünce nedensizce onu rahatlattı. Ancak havasız ve karanlık olan bu izbe yer, zihnine bir anda oldukça ürkütücü göründü. Oldum olası karanlıktan ve bir yerde kapalı kalmaktan hoşlanmazdı. Soğuk ise iliklerine kadar işlemiş durumdaydı. Üşümenin etkisiyle olsa gerek, acılarını daha az duyumsamaya başlamıştı. Onu bekleyen akıbetin ne olduğunu kestirmek ise oldukça güçtü. Tüm olanları hatırlayıp Adras iyi mi diye düşündü. Bundan nasıl emin olabilirdi ki!

Zaman kavramı ise bu yer için bir muammadan ötesi değildi. Karanlık... Sonsuz bir karanlık yutmuştu sanki onu. Gece miydi gündüz müydü? Bunun ne önemi vardı ki! Ya dışarıda neler oluyordu kim bilir? Aleksandros şimdiye kadar yokluğunu fark etmiş olmalıydı. Ve de olup bitenleri... Peki nasıl hissetmişti bu ihanet karşısında. Farkında olmadan geçirdiği her dakika ya da saat, yüreğinin sıkışmasına neden oluyordu.

Karanlığa gözü alışınca zindanın kapısından sızan mum ışığından daha cılız, toz zerrelerinden oluşmuş izlenimi veren buğulu ışığı fark etti. Bir süre etrafında nelerin var olduğunu kestirmeye çalıştı. Ama nafile hiçbir şey seçilmiyordu. Neden sonra o cılız ışığın arkasında bir hareketlenme olduğunu anladı. Birilerinin kapıya yaklaştığını umuyordu. Bunun iyi bir fikir olduğundan emin değildi. Belki de gelenler, onu alıp ölümünü iştahla izlemek için can atan bir topluluğun önüne çıkaracak ve en adi yöntemlerle acımasız gözlere meze olabilmek için türlü işkencelere maruz kalacaktı. Aklına gelen bu düşünceyle birlikte vücudu bir titreme nöbeti geçirdi. İçine düştüğü korkunun pençeleri o kadar kuvvetliydi ki tüm vücudu buz kesmişti.

Ancak anlamlandıramadığı kırmızı bir sıvı anahtar deliğinden sızan ışık huzmesinin yerini aldı. İçeriye doğru hızla giren bu sıvının erimiş ateş olduğunu anladığında kendini iyice geriye sürükledi. Sırtı soğuk duvarla bütünleşmesine rağmen sanki tüm kuvvetini verecek olsa duvarı delip dışarıya çıkacağını zannetti. Ayaklarının dibine kadar gelen lavlar karşısında cenin pozisyonunu aldı. Bedeninin bilmem kaç derece olan bu sıcaklıkla birlikte eriyip yok olacağını düşünürken birden lavlar şekillenmeye başladı. Önce Roma'nın kuruluş efsanesine konu olan bir dişi kurta dönüştüler. Kurdun keskin bakışları ve tehditkar bir şekilde kıvrılan ağzı, onu bir lokmada yutacakmış gibi bir his verdi. Ancak bu bakışlardan ürperse de ondan korkmadığını hissetti. Bir nehire bırakılan talihsiz iki kardeşi emziren ve hayatta tutan efsanevi bu kurt, ona kötülük yapamazdı. Kurt birkaç saniye sonra garip bir şekilde mum gibi erimeye başladı. Ancak eriyen her bir uzvu, birbirinden farklı renklerde ve boyutlarda yılanlara, akreplere ve biçimsiz böceklere dönüşmeye başladı. Bu derece karanlık bir yerde tüm bu ayrıntıları nasıl seçebildiğine şaşarken, bir anda hayvanların istilasına uğradı. Çığlıklarının boşlukta bıraktığı yankılar tekrar onun kulaklarına dönerken bir anda her şeyi tekrar karanlık yuttu.

Uykudan uyanır gibi sersemce gözlerini aralayan Lima, korkuyla etrafa bakındı. Fakat hiçbir şey seçilmiyordu. Yine başa dönmüştü. Zihinsel bir girdabın ortasında kaldım diye düşündü. Bir rüya görmüş olmalıydı. Hayır, hayır rüya olmadığından emindi. Zihni, korkularının en çıplak haliyle onu yüzleştirmek için oyunlar oynayıp duruyordu. Bunun başka bir açıklaması olamazdı. Ancak aynı şekilde o cılız ışığın gölgelendiğini fark ettiğinde, kalbinin yerinden çıkacakmış gibi attığını hissetti. Bu kez çığlıkları ondan bağımsız bir şekilde kopmaya başlamıştı. Savunmasız bir şekilde ellerini yüzüne siper ederken çığlık atmaya devam ediyordu. Ancak omuzunda hissettiği insani bir elin varlığı ile çığlıkları ritmini düşürdü. Konuşmaya başlayan tınının kulaklarına dolan hüzünlü melodisini anladığında kendine gelebildi.

"Sakin ol! Benim, Aleksandros..."

Elleri, ipleri kopmuş bir kukla gibi yavaşça dizlerine düşerken, Aleksandros ile göz göze gelmesi bir oldu. Elinde tuttuğu meşale gözlerini de tutuşturmuştu sanki. Alev alev yanan zümrüt harelere bakmaktan çekinen Lima, gözlerini hızla kaçırırken, olacakları beklemeye koyuldu. Belki de Aleksandros bu zevki sadece kendine tattırmak istiyordu. Ölüm ne idi ki? İnsan zaten dünyaya geldiğinde öleceğini de bilmiyor muydu? Telaş, korku ve ölümü izleme dürtüsü neden insanlar için bu derece önemliydi? Dünyadan yok olmak bu kadar kötü değildi belki. Ya da anlatılanların aksine o anda acı yerine huzur hissediliyordu. Çünkü acının tarifini hangi ölü yapabilirdi ki?

Beklenenin aksine elindeki meşaleyi yere bırakan Aleksandros, yaralı bir kuşu kucaklar gibi onu kucakladı. Küçük bir çocuk gibi tüm teslimiyetiyle kendini onun omzuna bırakan Lima, neden bu şekilde davrandıklarını sorgulamadan gözlerini sımsıkı yumdu. İkisinin de içinde onlarca fırtına kopuyordu halbuki. Bir çift kelime, her ikisinin ağzında da mühürlü kaldı.

Bu yolculuğun ne kadar sürdüğünü anlamayan Lima, ancak yumuşak bir zemine bırakıldığında gözlerini açtı. Aleksandros'un hızla odadan ayrılışını kederle izledi. İkisinin de birbirinin yüzlerine bakma cesaretleri yoktu çünkü. Vesta'ya verilen emirleri ise gaipten gelen sesler gibi boğuk bir şekilde işitiyordu. Derhal yaralarının temizlenmesi ve yıkanılıp giydirilmesi isteniyordu. Birkaç dakika sonra elindeki tepsiyle, emirleri büyük bir hassasiyetle yerine getirmek için odaya giren Vesta'nın siluetini fark eden Lima, onun gözlerindeki acıyı ve merhameti görmüştü. Kendini, sadık hizmetçisinin eline bırakmıştı. Ne konuşacak ne de bir şeyler düşünecek kadar enerjisinin olmadığını biliyordu.

Vesta canını yakmamaya özen göstererek giysilerini çıkardı. Yüzülen derilerini ısıran soğuk sıvının vücudunu ürpertmesi dışında herhangi bir acı duyumsamıyordu. Ruhu bedeninden bir süreliğine ayrılmıştı sanki. Aklına gelen tek şey ise Adras ile Aleksandros'un durumuydu. Kim bilir Adras'a ne ceza biçilmişti? Kendisine şiddet içeren bir ceza biçilmediğini şu an bulunduğu durumdan anlayabiliyordu. Yoksa Aleksandros onu zindandan çıkarıp neden tedavi ettirmek istesin ki? Aleksandros'un kafasından neler geçiyordu? Neden ona hiçbir şey sormamıştı? Ya da neden bağırıp çağırıp en ağır hakaretleri etmemişti? Ya babası... Emindi ki bu odaya gelene kadar geçen süreçte, en ağır ve aşağılayıcı hakaretlere katlanmıştı Aleksandros. Babasının emirlerine karşı gelerek kendini düşürdüğü durumu düşündükçe içindeki mahkeme, en ağır cezaları hak ettiğini haykırıyordu ona. Düşüncelerini bölen ise Vesta oldu.

"Su canınızı yakıyor mu hanımefendi?"

Hangi ara su dolu küvete girmişti farkında bile değildi. Hafifçe kafasını hayır anlamında sallayarak sıradan bir banyo seansındaymış gibi kendini Vesta'nın dost ellerine bıraktı. Saçlarından vücuduna doğru süzülen ılık su ile birlikte kirleri küvetin suyunu bulandırırken zihnindeki düşünceler de bulanıp birbirine karışıyordu.

Banyonun bittiğini ancak vücuduna değen soğukluk ile anlayabildi. Yaralarına tekrar kendi elleriyle hazırladığı merhemi süren Vesta, umut vadeden sözcükleriyle onu avutmaya çalışıyordu.

"Bu ilacı herkes bilmez. Göreceksiniz iki gün içinde acılarınız dinecek. Bir iki hafta sonra ise izlerinizden eser bile kalmayacak hanımefendi."

Yaşayan bir ölü gibi onu izlerken, temiz kıyafetleriyle değiştirilmiş örtülerin içinde buldu kendini. Gözleri Adras'ın mozaiklerdeki görüntüsüne kayarken kendini bilinmezliğin ortasında boğuluyormuş gibi hissetti.

Vesta'nın inler gibi kulağına dolan garip sesiyle kendine geldi. Uzun süredir uyuyor olmalıydı.

"Bir an önce hazırlanmanız gerekiyor."

Nedenini niçinini soracak kadar bile mecali yoktu. Vücuduyla birlikte beyni de felç geçirmişti sanki. Bitmişlik, tükenmişlik denilen o illet, bedenini de ruhunu da ele geçirmişti sanki. Hayata dair hiçbir amacı ve umudu kalmamıştı. Düştüğü durumun acımasızlığı, onu etten bir heykele dönüştürmüştü. Sessizce Vesta'nın onu giydirmesine izin verdi. Vesta, olacakları biliyormuş gibi gözleri dolu dolu bir şekilde saçlarını tarayıp topladı. Yüzüne bir şeyler sürerken, artık gözlerinde barınamayan yaşlar sessizce yanaklarından süzülüyordu Vesta'nın. Olağan bir şeymiş gibi sessizce onu izleyen Lima, hiçbir yorum yapmadan işinin bitmesini bekledi. Verilen komutlara uyarak tek başına arabaya bindi. Muhafız, onu arenaya getirdiğinde, beyninin buzları da yavaş yavaş erimeye başlamıştı. Bu sıradan bir arena gösterisi olmayacaktı. Hatta hafızasına kazınıp hiçbir zaman unutamayacağı en ağır anıyı yüklenmeye doğru gidişin tablosunun içinde yer alıyordu şu an.

Onu karşılayan Aleksandros'un gözlerinin içine bakmadan uzattığı koluna girdi. Olacaklar tamamen onların dışında gelişiyormuş gibi sıradan bir gösteriye gidiyorlardı sanki. Halbuki onlara gıpta ile bakan gözler ne kadar da kördü. İkisinin de arkasına gizlendiği mış gibi kalkanı o derece yıpranmıştı ki; dokunsalar lime lime olacak bir paçavradan farksızdı. Keza, Aleksandros her ne kadar ihanete uğramışta olsa, onun da göz göze gelmeye cesareti ya da diline vurmasından korktuğu acı sözleri söylemeye gücü yoktu. Az sonra olacakları o da istememişti çünkü. Hatta bunun için çok çaba harcamıştı. Her ikisinin de bu alanda olması için ise verilen emre ve tehditlere boyun eğmek zorunda bırakılmıştı. Hiç konuşmadan onlara ayrılan yerlere geçtiler. Halkın sesleri ise az sonra olacakların bilinciyle bir kasırga gibi uğuldayıp duruyordu. Gözlerini yerden bir saniye ayırmaksızın kaldırmayan Lima, uğultuların yükselmesiyle birlikte bakışlarını istemsizce arenaya dikti. İşte oradaydı. Yarı çıplak bir şekilde arenanın ortasına doğru adeta sürüklenen, yürümeye bile hali olmayan Adras, tam karşısındaydı...

ZEUGMA'NIN SIRRI (TAMAMLANDI)Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin