Giz

2.7K 303 330
                                    

İyi akşamlar sayın okur. Yeni bir bölümle tekrar merhabalar. Bu hafta içinde yirmi olduk bilmem gördün mü? Epey mutlu olduğumu belirtmeliyim. Gülilzar çok şey borçlu sana. Yorum ve oylarını eksik etmeyen herkese teşekkürler. Sana da teşekkür ederim Caspervari okur. Ancak hani şöyle bir baktım da oy ve okunma arasında epey fark var. Yok canım sitem etmiyorum. Öpücükler...

Bölüme gelecek olursak ne yazık ki Rıza bugün yok fakat gelecek hafta her satırı süsleyecek.

Aradan çekilmeden önce bölüm ithafı, 'e aittir. Sevgiler!

Keyifli okumalar dilerim sayın okur. Selametle!

22 Kasım 1950 Dünya Barış Konseyi, Türkiye'den Nazım Hikmet, İspanya'dan Pablo Picasso, Şili'den Pablo Neruda, Amerika'dan Paul Robeson ve Polonya'dan Wanda Jakubowska olmak üzere Uluslararası Barış Ödülü verdi.

26 Kasım 1950 Türkiye, Kore Savaşı'na katıldı.

***

Burnuna dolan beyaz gül kokusuyla mest oluyordu. Nazım'ın, Gülilzar'ın burnuna tuttuğu gül, henüz tazeliğini koruyordu. Gülilzar'ın en sevdiği çiçekti. Fakat gülün dalından kesilmesi, sinirlerini zıplatmıştı. Özenle baktığı gül ağacına zarar gelmesi, Gülilzar için bir yıkım demekti. Burnuna dayanılan gülü kurtarıp sitemkâr bir bakış gönderdi Nazım'a. Yaptığı hatanın farkına geç de olsa varan Nazım, özür diliyor; affetmesi için deyim yerindeyse yalvarıyordu. Ancak Gülilzar inat etmişti. O inat ettikçe Nazım da diretiyordu. Ta ki eniştesi, tekrar seslerine gelince sustular. Elbette eniştesi olayı anlamış, öfkeyle bahçedeki ağacı kesmişti.

Gülilzar günlerce ağlamış, Nazım ile konuşmamıştı. Bir gün Nazım onu zorla aşağıya, bahçeye indirmiş; almış olduğu gül fidanını göstermişti. O an Nazım'ı affetmişti Gülilzar. Birlikte ağaca bakmışlar, kokusuyla büyülenmişlerdi. O koku hâlâ burnundaydı. Nazım'ın şen sesi de kulaklarında...

Mektubu tekrar tekrar okuduğundan ezber etmişti artık. Halasının her bir sözü, zihninde yankılanıyor; sanki gözünün önündeymişçesine canlandırıyordu simasını. Yanına gitmeyi ne kadar çok istiyor olsa da çocukları bırakamayacağından gitmeye yeltenmiyordu dahi. Elbette şimdi Rıza da vardı. Ondan uzağa gidesi yoktu. Böyle bir keşmekeş içinde ne edeceğini bilmez oldu.

Eliyle yüzünü kapayıp rahatlamaya çalıştı. Eğer daha dün ilçeye gitmemiş olsaydı yerinde durmaz; zarfları postaya iletirdi. Lakin tekrar ilçeye inse hem söylenti çıkardı hem de Rıza bu işten bir koku alır, suallere başlardı. O, bu düşünceler sarmalına takılıp kalmışken dışarıdan gelen bir korna sesi fikirlerini böldü. Ne olduğuna bakmak için pencereden baktığında yakacakların gelmiş olduğunu gördü. İçi sevinç ve rahatlamayla taştı. Karşılamak için dışarıya çıkıp elleri önünde bağlı bir halde bekleşti. Kamyonetten inen kır saçlı bir bey, Gülilzar'a doğru gelip,

"Muallime hanım sizsiniz değil mi?" diye sorduğunda Gülilzar neşe ile soludu.

"Evet, benim. Hoş geldiniz!" Adam; bu sevinçli, aydınlık yüze gülümsediğinde altın dişleri parıldadı.

"Kömür ve odunları nereye indirelim muallime hanım?" Gülilzar, uygun bir yerin olmadığını algıladığında bu sorumsuzluğundan ötürü kendinden utandı. Nasıl olur da akıl edememişti? Belli ki aklı beş karış havadaydı. Kendisine olan öfkesi gün yüzüne çıkmadan geçici bir yer gösterdi. Üstünü pekâlâ kapatabilirdi. Böylece kömür ve odunlar kısa bir süreliğine de olsa ıslanmazdı. Hoş henüz yağmur mevsimi de gelmiş değildi. Fakat eli kulağındaydı.

GÜLİLZAR Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin