7. Bölüm 🦠

15.8K 1.4K 222
                                    




~Salgın KTM3~
🟩🟩🟩🟩🟩


Yüzbaşıyla ayrıldıktan sonra aracıma doğru giderken kasaba içinde yürümeye başladım. Etrafta yanık kokusu hakimken gördüğüm birçok insan bana umutsuzca bakıyordu. Beni gördüklerinde çok az bir tebessümden sonra hemen hüzne boğuluyordu yüzler. Her evin ayrı bir derdi vardı ve her ev kendi karanlığında boğuluyordu. Bahçeler bile dar geliyordu nefes almak için. Çünkü gökyüzü artık eskisi kadar yüksek değildi. Üstüne üstüne geliyordu insanların ve yer ile birleşip boğacak kadar nefret doluydu. Bu kadarcık bir alanda kısılıp kalmış gibi hissediyorlardı. Ben de onlardan olmuştum artık ve ne hissettiklerini çok iyi anlayabiliyordum. İşin kötü yanı kaçıp kurtulmak da istemiyorlardı. Sevdiklerini bu yangın yerine kurban ettikten sonra tek yolları onların peşinden gitmekti.

Her bir kasabalının gözlerindeki hüzün bedenlerine yayılıyor ve başlarına gelen bu felaket karşısında sadece sessizliğe gömülüyorlardı. Diyecek bir şey yoktu ve isyan etmek için de çok nezih yürekleri vardı. Küs bir serçe gibi dallarına çekilmişler fırtınanın bitmesini bekliyorlardı. Lakin fırtınanın pek biteceği yoktu. Her an yeni bir silah sesi duyulması bekleniyordu. O kadar yorulmuşlardı ki yanlarında olana sarılıp bir can daha kaybetmemek için tırnakları ile kazıyorlardı sevgilerini.

Kerpiçten yapılan evlerin merdivenlerinde oturan yaşlılar, elleri ile başlarını tutmuş kah ağlıyor kan dua ediyor, cenaze çıkan evler gözyaşlarını sessizce akıtıyordu ciğerlerine. Hepsinde bir hazan, hepsinde bir keder. Mahkum edilip karantina altına alındıkları bu kasabada ölüme terk edilmişçesine vehametin en ağır halini yaşıyorlardı.

Onlara bakarken benim gözlerim de dolmuştu. Şimdi ben öğretmenim ve onlardan farklıyım diyebilir miydim? Kasabaya girişimden sonra onlardan biriydim artık. Bakışlarındaki derinliği yavaş yavaş ben de kazanıyordum. Ben de onların çekildiği kuyuya çekiliyor ve bu topluluğun bir ferdi oluyordum. Hem zaten ben küçüklüğümden beri ne zaman bir yaşlı dede görsem ağlayasım gelir. Onların buruşmuş elleri, kırışmış gözleri, ne kadar gülse de hep bir yıllanmış yansıtan sözleri hüzünlendirirdi beni. Şimdi o dedelerin kendinde geçercesine ağlıyor oluşu daha çok yakıyordu canımı. Hangi birine versem teselli bilmiyorum ki. Her köşeyi döndüğümde aynı manzara. Aracıma gidene dek katlanarak arttı gözyaşlarım.

Çamur yolda ilerlerken beyaz spor ayakkabı giymenin ne kadar yanlış olduğunu da düşündüm. Hayır yağmur yağmamıştı ama az ileride askerler yolları ıslatıyorlardı. Yıkarlarsa belki bu pislik uzaklaşırdı onlardan ve kurtulurlardı bu beladan. Döktükleri şeyin su olduğunu da sanmıyorum gerçi. Dezenfekte edici bir madde olduğunu tahmin ediyordum çünkü her yer boğazları yakan bir koku ile kaplanıyordu yavaşça. Burnumu tutup yavaş adımlarla yürümeye devam ettim.

Yürüdükçe yeni evler, yeni hüzünler, yeni acılar görmeye başladım. Kimi kadınlar bahçeli evlerinin uzun demir kapılarının önüne çökmüş öylece çamur içinde duruyor ve bunu hiç yadırgamıyordu. Ayaklarındaki ayakkabıyı çoktan çıkarmış eksikliğini bile hissetmiyorlardı. İnsanların yaşama olan bakışları değişmişti. Adeta hayattan kopmuş ve tamamen umutsuzluğa sürüklenmişlerdi. Onları böyle gördükçe benim de huzurum kaçıyordu. Eğitim ve yeni adım attığım öğretmenlik hayatıma olan bakışım yavaştan çöküntüye uğruyordu. Tek başıma hepsinin üstesinden nasıl gelecektim? Artık umut vereceğim tek topluluk öğrencilerim değildi. Anneleri, babaları, dedeleri ve hatta tüm aile fertleri. Durum buyken okul da açılmazdı herhalde. İçimi kapkara bir bulut kapladığında kasabaya girdiğim için bin pişman hissediyordum kendimi. Hevesten gözüm dönmüştü ama şimdi kapana kısılmış bir fare gibi nereye gideceğimi bilmiyordum.

Yolu ıslatan askerlerin az uzağında yine bir topluluk gördüm. Oraya gitmem tehlikeliydi ancak yüzbaşını gördükten sonra tüm fikirlerim alt üst oldu ve ona doğru yürümeye başladım. Beni bu karanlıktan çıkarabilecek tek kişi o gibi gelmişti. Onun her şeye gücü yeten ve normalleştiren bir enerjisi vardı. Ellerini beline yerleştirmiş, güneşin ışıkları gözlerini aldığı için alnı kırışmış ve öylece karşısındaki askeri dinliyordu. Güneş gözlüğü yakasında asılıydı ancak takmak için fırsat bulamamıştı muhtemelen. Beni burada görürse nasıl tepki verirdi bilmiyorum ama ayaklarım ona doğru gitmeye devam ediyordu.

Yine nasıl bir durum vardı bilmiyorum ama asker anlatacağını anlattıktan sonra yüzbaşı arkasını dönüp uzaklaşmaya başladı. Ona yetişmek için biraz koşmak zorunda kalsam da yetiştiğimde sessizce takibe başladım. Tek isteğim biraz daha konuşmak ve bu işin biteceğine dair umut kıvılcımı aldıktan sonra devam etmekti. Kendi kendime yetenek duruma gelmiştim. Ve bunu bu kadar kısa sürede yaşıyor olduğum için utanıyordum. Oysaki her zorluğa rağmen mücadele edip iyi bir eğitimci olmayı isterdim.

Yüzbaşı yavaş yavaş yürümeye başladığında ben de yavaşladım. Bir gariplik vardı. Temkinli adımlarla ardından giderken geniş bir tarlaya geldiğinde kurumuş bir otu eline alıp yavaş yavaş koparmaya başladı. Göz alabildiğine geniş tarlanın kurumuş buğday sapları altın dolu bir vahayı andırıyordu. Güneş batmak için alçalırken o ve ben burada bir başımızaydık. Başını önüne eğip iç çekti. O zaman pek de iyi olmadığını anladım. Belki de yalnız kalacak bir yer arıyordu. Kim bilir tüm bu kaosta kendine bir mekan ayırmaya çalışıyordu ve ben peşinden geldiğim için pişman olmuştum. Geri dönmeyi düşünürken tarlanın ortalarına doğru olan az ilerideki derme çatma bir kerpiç eve doğru yürüdü ve sırtını duvara yaslayarak yere çöktü. Yürümeye devam etmediğim için uzaktan onu izleme kararı almıştım.

Çömeldiği yerde bir süre elindeki otla oynadı. Sonrasında ise derin nefesler almaya başladı. Bana benziyordu aslında. Normal bir nefes alışverişim olmasına rağmen derin nefesler almaya başlıyorsam bunun nedeni aslında ağlamak üzere olduğumdur. Yüzbaşı da aynı belirtileri gösterdi ve çenesi titremeye başladığında elmacık kemiklerinden gözyaşları süzüldü yavaşça. Ağlıyordu.

Kim onu yadırgayabilirdi ki?

Gülen gözlerin hangi şartlar altında güldüğü konusunda bir fikrimiz var mıydı ki? Uzakta dursam da onun ne hissettiğini çok iyi anlıyordum. İçi yanıyordu ve dayanacak gücü kalmamıştı. O da benim gibi birine dayamak isterdi belki sırtını. Ancak şu an kasabada en yüksek rütbeli oydu ve eğer o ağlarsa herkes ümidini keserdi. O yüzden böylesi bir yeri tercih etmişti.

Yüzbaşının bana bile güç veren kuvvetli bir enerjisi vardı. Lakin kalplerde yatan gizli sancıların dışa vurumu zayıf olsa da bu o insaları güçlü kılar mıydı ki?

Ve sen, yüzbaşı; onca yarana rağmen gülümseyebilen nadir insanlardansın.
Onca hüzne rağmen mutlu görünmeyi beceren ender insanlardansın. Kasaba gelişimin üstünden belki ancak saatler geçmişti ancak acı insanı çok hızlı olgunlaştırıyordu. Bu kısacık vakitte yüzbaşı Bera'ya karşı önce hayranlık duymuş sonra itimat etmiştim. Şimdi de örnek alıyordum işte. Kimselerin görmediği yerlerde gözyaşı dökmeye devam etsem de ben de bir öğretmen olarak umut ışığı olmaya devam etmeliydim. En azından benden küçük öğrencilerimin dayanağı olmak için dik durmalıydım. Ve kararımı verdim bir kere daha. Bu işte yapayalnız da olsam okulu açacağım. Bir tane ben de olsam tüm kasabalının eğitim ihtiyacı için elimden geleni yapacağım.





💊

SALGINWhere stories live. Discover now