28. Bölüm 🦠

7.7K 872 35
                                    



Geçmişte Çınar ağacı vakası yaşandığında herkes oruç tutuyormuş. Tarihe vakayı vakvakiye olarak geçen bu olayda yeni çerilerin isyanını bastırmak isteyen padişah onlara istedikleri memurları vermiş. Onlar da hepsinin kafasını keserek çınar ağaçlarına asmışlar. Halkın bu olaydan haberi yokmuş ve uyandıklarında bir bakmışlar ağaçlardan insan kelleleri sallanıyor. Üstelik uzun süre kaldırılmamış bu kelleler ve ölü kokusu tüm şehri aldığında oruç tutmak işkence gibi gelmeye başlamış.

Odamın içinde bu olayı düşünürken oma benzer bir durumun içinde olduğumu hissediyordum. Bir sabah uyandığımda etrafta ölü bedenler görmem işten bile değildi. Ve bizim hikâyemiz ise tarihe bile geçemeyecek kadar gizliydi. Birileri bizi bu kasabaya hapsetmiş sonra da ölüme terk etmişti. Hayatta kalmak bizim için bir günah gibiydi ve yine de her şekilde ölüme gitmek zorundaydık.

Karantinanın başlamasının üstünden dört gün geçmişti ki hepimiz evlerimizde durmaya devam ediyorduk. Öğünlerde dağıtılan taze yemeklerle karnımızı doyururken ben, dört gündür yüzbaşıyı görmemiştim. Telsizden de konuşmaları olmuyordu hiç. Tek başıma günler eskisi kadar zor geçmese de yine de zordu. Dışarı çıkamıyordum, vaktimi geçirecek bir şeyim yoktu ve yapayalnız düşüncelere boğulmaktan başka bir şey yapamıyordum.

Huzursuz bir şekilde odamın içinde otururken yazılı kağıtlarını okumaya başladım. Kırmızı ile verdiğim puanların her biri aklıma onu getiriyordu. Hüzün içindeki yüreğiyle nasıl baş ediyordu ki? Dışarıda olmak onun için bir ayrıcalık değildi. Bera, kendi içinde bizimkine göre daha karanlık bir karantinaya alınmıştı. Esma'nın vefatından sonra onu teselli de edememiştim. Onbaşının söylediği öğrendiler kelimesinin açılımını da soramamıştım. Aklımda soru işaretleri ile kendi kendime beklemeye devam ediyordum. Bazen ağlıyor ve Esma'yı özlüyordum. Bazen pencereden dışarı bakıp uçan kuşları, zaman zaman geçen kedi ve köpekleri seyrediyordum. Bazense uyuyor ve uyanınca bir anonsla karantinanın bittiği haberinin gelmesini bekliyordum. Böyle böyle geçen koskoca dört günün ardından yazılıları okumaya devam ediyordum ki kapım çaldı. Sanki oymuş gibi koşarak açtım kapıyı. Nefes nefese kalmıştım fakat kapıda gördüğüm kişi onbaşıydı.

"Onbaşı? Buyurun?"

"Öğretmen hanım karantina bitti, haber vermek için geldim. Hoparlör sistemi bozuldu da anons geçemedik."

Önüme gelen saçlarımı hızla düzeltirken etrafa göz attım. Başka kimse yoktu.
Nefesimi düzene koyarken gülümseyerek uzaklaşan onbaşıya baktım.

Bera gelmemişti. Benimle uğraşamayacak kadar kötüydü biliyorum. Yine de onu görmeyi ummuştum.

Gözlerim hüznün ağırlığı ile yere indiğinde yeniden odama girdim. Karantina sürecinde dışarı çıkmayı dilesem de bittiği için çıkasım gelmiyor gibiydi. İnsanın psikolojik olarak kısıtlanmasının sonucu tersini yapma isteğine dönüyordu. Şimdi, serbest olunca yapasım gelmiyordu. Derin bir nefes alıp yazılıları okumaya devam ederken, durdum.

"Neden gelmedi? Gerçekten çok kötü olmalı. O halde ben gitmeliyim yanına ve belki teselli için yardımım dokunur."

Elimdeki kırmızı kalemle bilinçsiz bir şekilde noktalama yaptığım kağıdın farkında olmazken ayağa kalktım.

"Gitmeliyim. Bera'nın bana ihtiyacı var."

Üzerimi değiştirip, gömlek ve kot pantolonumu giydiğimde hazırdım. Spor ayakkabılarımı da ayağıma geçirip dışarı çıktım.

Hava öyle güzeldi ki yeniden bahar gelmiş gibiydi. Bu felaket olmasa tadını çıkarmak için pikniğe gidilmenin tam zamanıydı. Kasabalı çoktan dışarı çıkmış, gezinmeye başlamıştı bile. İnsanlar için gülmek artık haram gibi olsa da yine de yaşamak güzeldi. Dört günden sonra değişen tek şey eğlence gecesinden öncesine dönen kasabıydı o kadar. Toparladığımız moraller yeniden sıfırlanmıştı.

SALGINOpowieści tętniące życiem. Odkryj je teraz