11. Bölüm 🦠

13.1K 1.3K 83
                                    





~Salgın KTM3~
🟩🟩🟩🟩🟩

Yanımdaki küçük valizde birkaç çift kıyafet, temiz iç çamaşırları ve yedek ayakkabı ile bir miktar da para vardı. Geri dönerim diye yanıma doğru dürüst bir şey almamıştım. Bu halde ne kadar idare edebilirdim bilmiyorum ama kasabada eğer ihtiyacım olursa bana yardım edecek birçok kişi vardı biliyorum.

Gönül rahatlığıyla kıyafetlerimi derme çatma dolabın içine yerleştirirken bana ayarlanan bu iki odalı kerpiç eve şöyle bir baktım. Kasabalı kendi derdi ile uğraşırken bana yardımı da eksik etmemişti. Güler yüzlü teyzeler kendi acılarını bastırarak evlerindeki eşyalardan getirip odaları doldururken erkeklerden bazıları da pencere ve kapılarımı sağlamlaştırmışlardı. Herkesin temiz kalbi benim burada barınabilmem için yardımcı oluyordu. Bağdaş kurarak odanın ortasında otururken dış kapı çaldı iki kere. Sonra da yavaşça açıldı. Kim olduğunu anlamak için hızla yerimden kalktım ama gördüğüm kişi ile yeniden yerime oturdum.

"Esma sen misin tatlım?"

Başıyla tasdikledi ve tatlıca gülümsedi. Elinde tutuğu paketle ayakkabılarını çıkarıp yanıma doğru gelirken gülümseyerek ona bakıyordum. Hemen önüme oturduğunda paketi bana uzattı.

"Bu da ne tatlım?"

"Babam gönderdi."

"Baban?"

Babam deyince bir an için aklım başka yere gitse de Bera olduğunu anlamıştım nihayet. Gideli bir saatten fazla olmuştu ve yeniden uğramak yerine Esma'yı göndermişti. Belki de yanlış anlaşılmak istemiyordu kasaba içinde. Ve kızını göndermişti öyle mi?

Esma'ya gülümseyerek elindeki paketi aldım ve yavaşça açtım. Paket açılırken içinden şekerlemeler dökülmeye başlamıştı bile.

"Yeeey! Canım babam! Aslan babam! En sevdiğim şekerlemelerden almış. Yaşasın!"

Esma sevinçle ayağa kalkıp zıplamaya başladığında ona gülümseyerek bakıyordum. O kadar çok mutlu olmuştu ki başına gelen kötü durumu hiç düşünmüyordu bile. Bir çocuk olarak her an anne ve babasını araması gerekirken halinden gayet memnundu. Birkaç avuç şekerlemenin onda oluştuğu bu saf mutluluk benim yüreğimi de sıcacık etmişti. Bera gerçekten de işini biliyordu. Ondan çok şefkatli bir baba olurdu. Kendi çocuğu gibi bakıyordu Esma'ya.

"Peki neden bu paketi bana gönderdi baban? Sen yeseydin ya."

Esma zıplamayı durdurarak yeniden yerine oturdu. Elimdeki pakete bakarak biraz düşündü. Sonrasında aklına gelmiş gibi kaşlarını kaldırarak başını salladı.

"Çünkü onun antremanı başladı. Hilal ablana götür beraber yiyin dedi. Bir de dişlerim çürüyeceği için sen verecekmişsin bana."

Esma çürük dişlerinin de olduğu bütün dişlerin göstererek gülümserken durumun ciddiyetini anlıyordum. Saçlarını sevgiyle okşayıp gülümsedim. Bera'nın laflarıydı bunlar. Üç yaşında olan bir kız çocuğunun bu kelamları edebileceğini sanmıyordum. Ne kadar da ince ayrıntı ile ilgileniyordu. Esma ile yakından ilgilenip en ufak şeylerin bile açıklamasını yapıyordu. Bir kere daha hayran kalmıştım gösterdiği ilgiye. Şeker verip başından savmak yerine onun da programını yapmıştı demek. İşte böyle olmalıydı. Bir baba aynen de böyle olmalıydı.

Babasını dinleyerek azar azar verdiğim şeker paketini kapatıp dolaba yerleştirdiğimde benim de ağzımda bir tane vardı. Tadı, çok eskiden dedemlerde yediğim susamlı şekerleri anımsatıyordu. Sade şekerden yapılma ama leziz bir şekerleme. Küçükken ben de şekere çok düşkündüm ve benim de dişlerim Esma'nınki gibi erkenden çürümüştü. Ama benim dedemler bana hiç kıyamaz sürekli alırlardı. Annemden gizli çok almışlıkları vardır. Annem çok katıydı bu konuda. Eve alsa bile bana azar azar verirdi. Çok küçüktüm ilk diş fırçamı bile almıştı. Annem ne kadar dikkat ederse etsin kale içten fethedildiği için dişlerimi çok erken kaybetmiştim.

Elindeki üçüncü şekerle uyuyakalan Esma'yı minderlerin üstüne yatırıp üzerine de bir örtü örtüm. Sonbaharın en güzel yanlarından biri ne çok soğuk ne de çok sıcak olmasıydı. Yine de Esma küçük olduğu için üşümesin diye sağını solunu da yastıklarla kapattığımda içim rahat etti. Şimdi koca bir lahana sarmasına benziyordu. Aslında böyle bir kaos ortamında moralimi bozup isyan etmem gerekir ama Esma gibi küçük çocuklar dayanırken kendime bunu yakıştıramıyorum. O yüzden en az onlar kadar dik durmaya çalışıyordum.

Odanın içi kızıl bir aydınlıkla dolduğunda başını pencereye çevirdim. Son ışıklarını sergileyen güneş bu günün bittiğini haber veriyordu. Doğrusu güneşin doğuşundan ziyade batışını seyretmeyi seviyordum. Daha yakından bakmak için ayağa kalktım.
Pencereye yaklaştığımda ağzımdaki şeker evirip çevirirken aklımda insanların ne durumda olduğu dönüp duruyordu. Merak ediyordum ne durumda olduklarını. Daha çok çocukları merak ediyordum. Bera dışarı çıkmamı pek tavsiye etmese de evin yakınlarında dikkatlice birkaç adım yürüsem bir şey olmazdı herhalde.

Evden sessizce çıkarken Esma'yı uyandırmamaya azami gayret sarf ettim. Kapıyı kapattım ancak herhangi bir durumda geri kaçacak şekilde uzaklaşmamayı planlıyordum.

Batmak üzere olan güneşin sunduğu muhteşem görseller, tertemiz bir hava ve uzaklardan gelen mis gibi çiçek kokusu ile bu güzelim kasabada cehennemi yaşamak neden? Nasıl bu hale gelebildiler? Nasıl kaderlerine terk edildiler?

Kollarımı göğsümde çapraz bağlayarak yürümeye devam ederken kulağıma sesler gelmeye başladı. Uzaktan geliyordu ancak gittikçe yaklaşıyordu. Başta uğultu gibiydi fakat sonrasında daha çok seçilmeye başladı.

"Bir! İki! Üç! Bir iki üç!"

Durdum. Benim duruşumla köşeden gelmeye başladılar. Hepsi aynı anda adım atıyor, aynı şeyi söylüyor ve komutalarına uyuyorlardı. Koşmaktan nefes nefese kalmışlar, terlemişler ve yorulmuşlardı. Ayaklarının ritmik sesi kasaba içinde yayılırken kuşlar sürü halinde uçuşa geçiyordu.

Onlarcası içinden onu görebildiğim an onu tanımaya başladığımı anladım. Ona benzeyen onlarcası içinden onu ayırabilmem, onun farkındalığına varabiliyor olmam demekti değil mi? Belki, farklıydı da. Diğerlerinden yani. Başlı başına bambaşkaydı.

Askeri siyah çizmeleri, askeri pantolonu ve krem tişörtü ile diğerleri gibi düzenli bir şekilde adımlarken, yavaş koşularından ötürü hepsinin isim kolyesi boyunlarında bir sağa bir sola sallanıyordu. Kollarını diğerleri gibi aynı anda hareket ettirirken kasları bir beliriyor, bir eski halini alıyordu. Siyah saçlarını havaya dikmiş, güneşin yakıcılığı özelliğini kaybetse de terlediği için boynunda damlalar birikmişti. Böyle bir manzarayı sadece filmlerde görebilirdim. Canlı canlı karşımda durmaları çokça gururlandırmıştı doğrusu.

Onu gözlemlediğim bu dakikalar içinde o bana bakmıyor, adımlarına uymaları için diğerlerine talimat veriyordu. Ne zaman başını kaldırdı, o zaman göz göze geldik.

Çatık kaşları beni görmesi ile gevşemedi ama gözlerindeki bariz parıltıyı ben bile fark edebilmiştim. Onunla tanışalı henüz saatler olmasına rağmen bir insanın başka birine gözleriyle gülümsemesinin mümkün olabileceğinin tek örneğiydi resmen.

Bana yaklaşırken daha da dikkat kesilmiştim. Bana yaklaştılar ve yanımdan geçtiler. Hepsinin ayağından çıkan ritimli sesler kulağımda yankılanırken ben de onlarla birlikte döndüm. O'na bakmak için. Önde gidip, ritmi ayarlayan, ona bakmak için.

Daha ne kadar koşacaklardı bilmiyorum ama tüm bu kasaba içinde onlar da olmasa güvenin nasıl sağlanacağını düşünüyordum. Çünkü bazen, herkes ölü taklidi yapar. Ve onca ölü arasından, yaşayan canlılara ölesiye ihtiyaç duyulur. Bu kasabanın ölü bedenleri arasında canı temsil eden bu askerler, kimsenin bulamayacağı veli nimetten başka bir şey değillerdi.









💊

SALGINWhere stories live. Discover now