Bölüm 5; masaya bir tabak daha lütfen!

485 90 102
                                    


"Kimim ben?"

Battaniyesini vücüduna daha da sardı. Kuru ve soğuk hava kulaklarını mosmor yapmıştı.

"Sen, karşımdaki, sen babamsın. Ama ben kimim?"

Baş ve işaret parmağı ile alnını ovuşturdu. Tüm kafasında başa çıkılmaz bir ağrı vardı. Kalp atışlarını andıran zonklamalar, adeta beyninden şakaklarına vurup duruyor, onu çileden çıkartıyordu. Saçlarını yolarcasına çekiyor, dişlerini dudaklarına saplıyor, bilekleri ile kendi başını dövüyor ama bu ağrıdan bir türlü kurtulamıyordu. Zihni paramparçaydı. Sanki yüzlerce kurt, binlerce kırkayak kafa derisi altında dolaşıyor, o da beynini kaşınıyormuş gibi tırnaklarını saçları arasına geçirip geçirip duruyordu.

İçerde bir şeyler oluyordu farkındaydı, bu anormal sancı, yaşadığı o anormal şeyler yüzündendi. Gözlerini kapattığında farklı iki kişinin anıları birbirleri içinden geçiyor, Kisam'ın ölümü ile başlayan bir manzara anında demir çınlamaları ile doluyor, Dlatan onunla ile konuşurken bir anda babasına dönüşüyor, annesi odasına giriyor ve hemen yanında yatan Lakahl'ın üzerini örtüyordu. Tek kişilik yaratılmış o insan bedeninde üç ruh sıkışıp kalmıştı adeta. Walrus'ların liderinin oğlu, Kara Çekiç'in dilsiz çırağı ve tam şu anda burada ağrılar içinde kıvranan kendisi. Hangisi onun benliğiydi peki? Kimin çocuğu, kimin kardeşiydi? O gece ormanda ölüp giden kişi dün yeniden doğmuşsa yıllardır bedenini sağa sola sürükleyen o zavallı nereye gitmişti?

"Kimim ben?"

Omzuna birinin dokunması ile ayağa fırlayıverdi. Dlatan elinde bir battaniye, yüzünde o malum gülümseme ile karşısında dikiliyordu. Sadece ayın aydınlattığı o karanlık meyana rağmen iki yanağındaki iki gamze net bir şekilde fark edilebiliyordu. Derin derin nefes alarak yüz hatlarını süzdükten sonra bakışlarını kendi önüne indirmiş, ne zaman doğrulttuğunu hatırlamadığı bıçak ile göz göze gelmişlerdi. Bıçağı yavaşça tekrar beline sokarken başı ile garip bir hareket yaptı. Tekrar babasının heykeline döndü ve yere oturdu. Dlatan elindeki battaniyeyi Ugo'nun omuzlarına sardı.

"Tek bir battaniye yetmez diye düşünüp ikincisini getirdim, hava bu günlerde epey soğuk."

Onu sorularla rahatsız etmek istemiyordu. Başında sessizce beklemek gibi bir niyeti de yoktu. Konuşmak için doğru zamanı kolluyor gibiydi.

"Dlatan... sana Dlatan mı demeliyim?" diye sordu Ugo.

Adam yerine çivilenmişti. Bir mum alevi gibi zayıf da olsa tanıştıkları ilk günden beri her zaman içini ısıtan o çocuğun sesi miydi bu? Soğuk, biraz öfkeli biraz da kırılmış. Yine de hep onun bir gün konuşmasını beklediğinden, bir gün ona sesleneceğine dair umudunu hiç kaybetmediğinden Dlatan'ın yüzünü bir gülümseme kaplayıvermişti.

"Nasıl hissediyorsan öyle seslen."

Ugo burnundan derince bir nefes alıp hırıltılı bir şekilde bıraktı. Göz çukurları uykusuzluktan siyah ve mor arası bir renge boyanmıştı.

"Dünden beri ne hissettiğimi bulmaya çalışıyorum." dedi.

Sürekli ama sürekli heykeltıraşın yüzüne bir gülümseme kazıdığı babasına bakıyordu. Onunla alakalı hatırladığı son şey masaya döktüğü göz yaşları iken burada bu halde buluşmaları ne de ironikti.

Kafası hala saç diplerinden diş köklerine kadar amansızca ağrırken, baş parmağını kılıfına sürttüğü hançeri aklına hoş olmayan şeyler sokmaya başlamıştı. Çürüyor gibiydi. Kendini yiyip bitirmek tam olarak bu olsa gerekti. Kalp atışları, amansız bir hastalığa yakalanmış yaşlı bir insanınki gibi an be an zayıflıyordu. Başına vura vura elleri ağrımıştı, beyninden vücuduna yayılan sızı ile her hücresi haykırıyordu; öl gitsin! Bu düştüğü lanet çukurdan çıkma ihtimali yok gibiydi. Tabi eğer biri ona el uzatmazsa.

DEMİR BAĞLAR - SİS (tamamlandı)Where stories live. Discover now