Bölüm 10; kibarlığın canımı sıkmaya başladı

472 82 129
                                    


Meydanda dikilen herkes, atları ile birlikte hışımla içeri giren onlara doğru dönmüştü. İnsanlar, yenilgileri taze olmasına rağmen bir kenara çekilip oturmak yerine; kiminin kolu, kiminin vücudu, kiminin başı sarılı olsa da kılıçlarını bir yana bırakmış ve yıkık duvarları baştan dikmeye başlamışlardı. Duvarlar bekleyebilir miydi? Tabii ki de hayır! Bu dünyaya babalarının diktiği her bir tuğla onlar için kutsaldı. Annelerini kaybettikleri kabusun hemen ardından gözlerini tam burada açan o yetimlerin ilk kez kılıç tutmayı, korkmamayı, düşmemeyi öğrendikleri; tekrar gülümsedikleri yerdi burası. Burası Yuva'ydı. Dünyanın çizgileri tekrar çekilirken herkes yeni memleketlerine, yeni krallıklarına, yeni kasabalarına taşınmış; onlara ise bu koca alan düşmüştü. Bu meydanda tozlar içinde yuvarlanmış, ölümüne çalışıp ter dökmüş, gecelerini gündüzlerine katmış ve herkesi koruyacaklarına yemin etmişlerdi. Şimdi ise cadılar elini kolunu sallaya sallaya buraya geliyor, sağı solu birbirine katıyor, dostlarını öldürüyor ve hiçbir şey olmamış gibi geri dönüyordu. Bu kabul edilemezdi! Kolu kopanlar olmuştu, bir daha yürüyemeyecek hale gelenler olmuştu ama hepsi esasında kalplerinin en derinlerinden yaralıydılar. Can düşmanları, sınırdan buraya kadar onca kasabayı es geçip dalga geçer gibi hem beyinleri hem yürekleri olan bu yere saldırmıştı. Savaşmak bir yana daha ne olduğunu bile anlayamamış, tek bir çizik atmak şöyle dursun onları doğru dürüst seçememiştiler. Bu düşünce beyinlerini kemiriyor, sürekli bedenlerinde sinsice dolaşıp onlara kahkahalar ile gülüyor, işe yaramaz olduklarını fısıldayıp onları kahrediyordu. Yine de doğrulmuşlardı. Doğrulmuşlardı ve binaları tekrar dikmeye başlamışlardı. Ama içlerinden bu darbeyi böyle kolay şekilde atlatamayacak kadar gururlu olanları da vardı.

Ugo, omuzları düşmüş bir şekilde sarhoş gibi adımlıyordu boş alanı. Kolları sanki vücudunun bir parçası değilmiş gibi, ona yük oluyorlarmış gibi iki yanında ruhsuz bir şekilde sallanıyordu. Gözleri, en çirkin yaratıklara bile korku salan o gözleri yaşla dolmuştu. Yemek yedikleri o han, koca ahır, Kuzey Kralı'nın binası, diğer loncaların binaları... hepsinin duvarları birbirine girmişti. Tam o an kafasında bir şimşek çakıverdi; Kara Çekiç! Bunu gidip görecek kadar cesur değildi. Yere çevirdiği başını elleri ile sıkıştırıyordu. İki büklüm vücudundan toprağa birkaç damla yaş düştü ve "Bu... bu nasıl olur?!" diye fısıldadı.

Hışımla doğruldu. Adeta nefes alıp verişleri koşmaktan bitap düşmüş, can çekişen atıyla yarışıyordu.

"Bu nasıl olur dedim size!!?!!" diye bağırdı.

Haykırışıyla tüm herkes başını öne eğmişti, tüm bakışlara gölge düşmüştü, çeneler titriyordu, bedenler taş kesilmişti. Hepsinin kendilerine sapladıkları bıçaktı bu soru. Çekiç sesleri, tahta kesen testereler, el arabalarının gıcırtılı tekerleri nereye gitmişti? Gözünü hışımla bir oraya bir buraya çeviriyor, dişlerini çenesini kırarcasına sıkıyordu. Bir sağa bir sola doğru attığı adımlar adeta insanların kalbinde küçük çaplı depremlere yol açıyordu. Öfkeliydi. Kim, nasıl ya da ne şekilde evi dediği bu yeri harabeye çevirmişti? Bu belki gözyaşlarının sebebiydi, saldırırlarken burada olamamanın pişmanlığını yaşıyordu. Ama patlayacak yer arayan öfkesi cadılardan çok şu an yüzüne bakmaya utanan adamlaraydı. Bunun olmasına müsaade etmelerini kaldıramıyordu.

Rouga usulca yaklaşıp elini Ugo'nun omzuna koydu.

"Hey Ugo, biraz sakin..." derken Ugo sol elinin tersini geriye doğru savurdu. Rouga, şakaklarına yediği şeyle yere yığıldı. Elini alnına attı, bir anlığına gözleri kararmıştı. Başını kaldırıp aldığı nefesle omuzları bir yukarı bir aşağı zıplayan Ugo'ya tekrar baktı. Bu olayı herkesten farklı yaşadığı belli oluyordu.

DEMİR BAĞLAR - SİS (tamamlandı)Where stories live. Discover now