BÖLÜM - 27

49 3 0
                                    

EKİN ANLATIYOR:

Herkesin mi bir derdi vardı da saklar dururdu yoksa bir o muydu 14 yıldır bu dertle yaşayan? Vedat Bey, Ulaş'ı beklediği gecelerde Selma Hanım'ın sabahladığı pencere önündeki sandalyede oturmuş; Arnavut kaldırımlı taş sokağın sabah loşluğundaki görüntüsüne, gökyüzünün yeryüzüyle cömertçe paylaştığı yağmur tanelerine dalıp gitmişti. Sokakta birikemeden yokuş aşağı akan sulara bırakmıştı kendini artık kendi denizini bulmayı umarak...

Şafak vakti, tülün ardındaki odayı iç bunaltıcı bir loşluğa boğmuştu. Selma Hanım odaya girerken sabahın bu saatinde uyanmış kardeşine 'Günaydın' diyecekti, vazgeçti. Işığı açtı. Ardından günün birazdan aydınlanacak olmasına aldırmadan perdeleri kapatarak yağmurun hüzünlü görüntüsünü odadan uzaklaştırdı. Bu şekilde hüzünlü anıları da uzak tutabilir miydi?

Kıpırdamadı kardeşi. Kapıdan çıkarken bir süre bakakaldı kardeşinin arkasından. Saat sabahın kaçı? Neden burada? Ne derdi var, neden anlatmaz? Şimdi, lacivert renkli kadife perdelere dalmıştı Vedat Bey'in yorgun gözleri.

Selma Hanım çıkıyordu ki kardeşinin sesi durdurdu onu: "6 Eylül bugün..."

Hatırlamıştı. Diyecek bir şeyler arandı. "Evet..." kelimesi çıktı ağzından.

"Ben çoğu kez hangi gündeyiz bilmem bile. Ama her 6 Eylül'de tarihi bilmesem de bir acı yerleşir içime. O vakit anlarım 6 Eylül'ün geldiğini..."

Uzanıp elini tuttu kardeşinin. Hiç anlatmamıştı Vedat Bey ama o da her 6 Eylül'de kardeşiyle ortak bir yası paylaşırdı. Daha sonraları tarihe '6-7 Eylül Olayları' olarak geçecek 6 Eylül 1955'te kendi cenazesini kaldırmıştı Vedat Bey. Ölmüş Vedat'ın yasını tutuyordu iki kardeş.

6-7 Eylül 1955'te Türkiye'deki gayrimüslimlerin evleri, işyerleri ve ibadethaneleri tahrip edilmiş, olaydan sonra özellikle Rum azınlıklar göç etmek zorunda kalmışlardı. O güne dek kardeşçe yaşayan Türk ve Rum Halkları için 6-7 Eylül 1955 unutulmaz bir tarihken Türkiye'deki Rumlar için aynı zamanda şaşkınlık, hayal kırıklığı ve acının doruk noktasına ulaştığı günlerdi.

"O güne kadar düşmanlık nedir bilmezdik. Aynı dili konuşur, aynı şeylere güler, ağlar, aynı aşkla severdik Türkiye'yi. O gün gazeteyi açtığım an aklıma İrini gelmişti."

"İrini... Rena derdim ben ona. Siz hiç bilmediniz ama çok sevdim ben onu... Şimdi gözlerinin ne renk olduğunu sorsan bilmem ama bakışları hala hafızamda. Saçları nasıldı hatırlamam ama kokusu hala burnumda. Yasak bir aşktı, hatırlarsın belki, papazın kızıydı o. Babam ve annem de Hıristiyan bir gelini kabul etmezdi."

"Ben bilirdim. 'Çocukluk aşkı dedikleri bu olmalı.' derdim kendi kendime. Aslında annem çok beğenirdi İrini'yi. Bana örnek gösterirdi: 'Bak bacak kadar kız şöyle yapıyor böyle yapıyor... Ne kadar hanım hanımcık, büyüklerine pek saygılı...' Bunun gibi bir sürü övgü dolu söz... Elbette annem için elkızı başka, gelin başkaydı."

"Sen bizimleyken biz çocuktuk daha. Büyüdük tabii... Gece herkes yattıktan sonra gizlice buluşur, gündüzleri gezemediğimiz boş sokaklarda el ele dolaşırdık özgürce. 'Ne olursa olsun evleneceğim ben seninle.' derdi. 'Nasıl?' derdim, 'Kaçarız.' derdi. Biliyorum, kaçardı da benimle. O gün, o anı yaşamasaydık şu an ve onsuz geçen 14 yıl boyunca Rena olabilirdi yanımda."

"Ben de hep kendimi suçlar dururum o günlerden sonra yanında olamadım diye. Ne kötü zamanlardı! Sıkıyönetim ilan edilmişti. Dönemedim, gelemedim yanına..."

"Kendini suçlama abla. Yapabileceğin bir şey yoktu senin. Hem nasıl gelecektin, gelsen ne diyecektin babama? Gelsen bıraktığın gibi mi görecektin İstanbul'u? Beyoğlu, Yeniköy cayır cayır yanıyordu. Beyoğlu'nu o şekilde görseydin bir daha adımını atamazdın İstanbul'a."

"Senin gibi mi?"

"Benim gibi... Denizlere küserdin benim gibi. Ondan habersiz geçen 14 sene... Rena'yı son görüşümdü o gün."

"Onların da evleri, dükkanları yağmalandı değil mi?"

Acılıkla gülümsedi Vedat Bey. Sordu: "Hiçbir şey bilmiyorsun, değil mi?"

Ne bilmesi gerekiyordu?

"Diğer Rum komşularımız gibi onların da gittiğini biliyorum. Öyle değil mi?"

"Öyle belki. Bilmem. Sadece öyle olsun isterdim. Keşke ben de senin kadarını bilseydim."

"..."

Derin bir iç çekti Vedat Bey. Gözlerini lacivert perdeden ayırmadan anlatmaya başladı: "Atatürk'ün Selanik'te doğduğu eve bomba atıldığını yazdı gazete. Ne olduysa ondan sonra oldu. Kalabalık bir grup 'Kıbrıs Türktür, Türk kalacaktır!' , 'Ya Taksim, ya ölüm!' sloganları ile yürüyüşe geçmiş. Duyar duymaz Beyoğlu'ya koştum. Kamyon kamyon taşlar geliyordu Beyoğlu'ya. Tüm dükkanlar, işyerleri yağmalanıyordu. Gözü dönmüştü kalabalığın. Ne ara ben de kendimi o çılgın kalabalığın içinde buldum bilmiyorum!"

"Sen mi?"

"Ben!" Aynı acı gülümseme gelip yerleşti Vedat Bey'in yüzüne. "Ben de ablacığım. Vitrinlerin camlarını kırdık, içeri girdik. Demir parmaklık varsa demir parmaklıklar makineler yardımıyla parçalandı. İçeride ne var ne yoksa hepsini yerle bir ettik, kimi yerleri ateşe verdik. Sonra hiçbir şey olmamış gibi yanan Beyoğlu'yu zaferle kapanan bir cepheden ayrılırcasına terk ederek evime döndüm. Bakma bana öyle abla, hayatım boyunca bunun pişmanlığını taşıdım ben."

Gözleri dolu doluydu Vedat Bey'in.

"Yok Vedat..." dedi Selma Hanım uykudan uyanırcasına. "Bilmiyordum. Şaşırdım. Ondan öyle bakmışımdır sana. Peki sen ruhunu yağmalayan bu vicdan azabıyla nasıl yaşadın onca sene? Olan olmuş, yeni hayatlar kurulmuş. Sen de artık affet kendini. O zamanlar genceciktin, delikanlıydın..."

"Bu kadar değil... Eve döndüm. Bizim mahallenin de Beyoğlu'ndan pek farkı yoktu. Rum komşularımız sokakta, ağlıyor hepsi. Evleri darmadağın, eşyalar yerlerde. Kıyafetleri yakılmış. Evleri basanlar öldürmüyorlardı ama taş taş üstünde bırakmıyorlardı da..."

"İrini'yi gördün mü?"

"Görmedim. Evlerinin kapısı, pencereleri kapalıydı. Kaçtıklarını düşünerek sevinmiştim. O sırada kalabalık bir grup bana yaklaştı. Başka mahallelerden gelmiş olmalılardı, tanımıyordum hiçbirini. Biri hariç. O biri de Rena'yla okuldan arkadaşımızdı. En öndeki sordu: 'Rum evi mi burası?' diye. O arkadaşıma baktım. Tehdit edercesine 'söyle' anlamında bir kafa hareketi yaptı. Hem korktum, hem Türklüğüme laf getirmek istemedim, hem de Renaların kaçmış olabileceklerine inanmak istedim. 'Evet' anlamında başımı salladığım an Rena'yı gördüm camın kenarında. Tarif edilemez bir andı... Uzaktık; o, camın kenarındaydı, gözlerini görmem imkansızdı. Yine de göz gözeydik biz. Yaptığımı fark edip kalabalığı durdurmaya çalıştıysam da faydasızdı. Ezip geçtiler beni. Renaların evlerinin kapısını kırıp içeri girdiler, Rena'nın babasını alıp götürdü iki kişi. Adam, papaz kıyafetlerini giymişti. Biliyordu belki de, bekliyordu... Evi talan ettiler, çekip gittiler. Ben sadece seyrettim! Hiçbir şey yapamadım! Rena yere düşmüştü, elbisesi yırtılmıştı, ağlıyordu. Yanına gitmek istedim, gidemedim. Gidemezdim artık... Eve döndüm. Bir daha da görmedim onları." 

SEPYAWhere stories live. Discover now