BÖLÜM - 63

28 3 0
                                    

ZEYNEP ANLATIYOR:

Hepsi bu kadardı işte! Evrim ve Devrim'den sonsuza dek ayrılacaktım belki de...

Babam yine bir şekilde annemi kandırmayı başarmıştı ama bu kez bedeli benim için çok ağır olmuştu. Almanya'ya gideceklermiş çocukları da alıp. Sıfırdan, yeni bir hayat kuracaklarmış. Birkaç gün sonra gidiyorlardı ve annem bunu bana bu gece telefonda söylüyordu. Benim düşüncem yine önemli değildi; ben vedalaşılmak üzere aranan herhangi biriydim. Fikrimi sormuyor, sadece "Gel, helalleşelim gitmeden!" diyordu. Kardeşlerimin altüst olacak hayatları da önemsizdi. Ne olacaktı kardeşlerime? O adamın eline mi verecektim onları? O adamın değiştiğine inanmıyor, bir zamanlar bana yaşattıklarını kardeşlerime de yaşatacağını düşündükçe çıldırıyordum. Anneme öyle kızgındım ki... Neden bir türlü uyanmıyordu? "Erkeğe bel bağlamak samana kazık çakmaya benzer." derdi babaannem. Ah anne!

Ertesi sabah Sevim'den aldığım borçla İstanbul'a doğru yola çıktım. Gelişimi sürpriz olarak karşılamış iki küçük canavar coşkuyla sarıldılar bana sokakta. Evimizin kapısı her zamanki gibi ardına dek açıktı. Öte yandan salondaki kolileri, çarşaflara sarılmış mobilyaları, sağda solda her yerde karşıma çıkan valizleri ve Vita yağ tenekesinin içindeki çoktan kurumuş çiçekleriyle eski dostane çehresini kaybetmişti bu ev. Çocukluğumun evi, büyüme sancılarını en şiddetli haliyle yaşadığım yer... Bazen sığınağım, bazen kurtulamadığım zindanım... Her köşesinde ayrı bir anım var. Bu eve dair son güzel anım bir gece Ulaş'ın gelişi, hapisteki Kaya'dan mendil üzerine yazılmış bir mektup getirişiydi. 68 yazıydı. Üç sene geçmiş, üç sancılı sene... Ve bu eve dair son anım yine Ulaş'la. O melun günün neşeli sabahı...

Dağınık evde odama doğru yönelirken annemin sesini duydum:

"Alacaklarını al, kalanları dağıtacağım."

Selamsız, soğuk, donuktu annem. O an onu gitme kararından vazgeçirmenin imkansız olacağını anladım. Son bir konuşma yapmayı planlıyordum onunla, vazgeçtim.

Bir zamanlar radyonun üstünde duran, üniversiteyi kazandığımı öğrendiğim gün çektirdiğim vesikalık fotoğrafım yerdeydi. Sinirle tekmeledim çerçeveyi, duvara çarparak parçalandı. Sesi duyan annem yanıma gelmişti. Yerdeki fotoğrafıma baktı ama eğilip onu yerden almadı.

"Kitaplarımı alacağım sadece anne." derken kitaplarımın bulunduğu dolabın kapağını açtım. Dolap boştu. Annem ve Orhun tüm kitaplarımı yakmışlar! Biliyordum o gece tüm İstanbul'un duman altı olduğunu, binlerce kitabın yakıldığını... Demek benim kitaplarımın siyah satırları da gri bir dumanla yükselmişti gökyüzüne, şehri karalara bulayarak...

"Anne! Nasıl yakarsın o kitapları..." Neredeyse ağlayacaktım.

"Ya ne yapaydık Zeynep? Senin beş para etmez o kitapların yüzünden hapis mi yataydık? Hele ki bir kitap çıktı odandan, kapağında sözde kurşun delikleri... Bir de 'barış' der durursunuz. Sizin yüzünüzden memlekette huzur kalmadı be, rahat nefes alamaz olduk!"

"Anne, ne yaptın sen... Gömseydiniz... Gömebilirdiniz..."

Yılgınlıkla sayıklamıştım bunları. Onlar benim ilk kitaplarımdı, artık piyasada arasam da bulamayacağım biricik kitaplarım... Uğruna sevdiklerimi adadığım, ölümü göze aldığım davamın ilk tanıkları...

"Bir akıllı sensin değil mi? Devletimizi salak mı sandın sen? Donlarımıza kadar aradılar, gömülü kitapları mı bulamayacaklar?"

Nasıl bulacaklardı? Bahçeyi mi kazacaklardı? Annemin bahsettiği kitap Ulaş'la geçen kış Beyoğlu'ndan aldığımız 'Şehir Gerillasının El Kitabı'ydı. Kitap, Ankara'ya dönerken yanıma almayı unuttuğum için odamda kalmıştı. Tüm kitaplar için duyduğum üzüntüyü tek bir kitabı kaybetmenin üzüntüsü bastırmıştı. O kitabı aldıktan sonra görmüştük Selim'i. O kitap bir insanın hayatının bir dakikada nasıl değişeceğine tanık olmuştu. O kitaptan önce ve o kitaptan sonraydı hayatımız...

SEPYAWhere stories live. Discover now