BÖLÜM - 64

29 2 0
                                    

BELGİN ANLATIYOR:

Tüm gövdem kaskatı kesilmiş beklerken son günlerde olanları geçiriyordum kafamdan.

Son operasyonun sadece solcuların başına balyoz gibi ineceği beklenirken, onların çevresindeki insanların da başına balyoz gibi inmişti. 23 Mayıs'ta sokağa çıkma yasağı konarak yapılan İstanbul'daki aramalardan sonra sıcak bir haziran gecesi bizim eve de geldiler, ihbar üzerine...

Evi aramaya geldiklerinde evde yalnızdım. Yasak kitapların yakıldığı, gömüldüğü, saklandığı bu dönemde 'yasak kitap'ların ne olduğunu bilmeden, onlarla yaşıyormuşum bu evde. Nerden bilebilirdim Nazım'ın Piraye'ye yazdığı o eşsiz şiirlerin yasak olduğunu? "Sen diyorum İstanbul geliyor aklıma, İstanbul diyorum sen. Sen şehrim kadar güzelsin, şehrim senin kadar acılı." dediği için mi tutuklamışlardı Nazım'ın dizelerini? Odamdan çıkan Nazım Hikmet kitapları gözaltına alınmam için yeterli sebepken Zeynep'in odasına girince bir cephane deposuna girmiş gibi dikkat kesilmişti askerler. Onları gören sanırdı ki ufak bir yanlış harekette patlayacaktı o kitaplar. Doğruydu belki, en kıymetli fikirler, en büyük ideolojiler o kitaplardan patlıyordu. Bilmedikleriyse, istedikleri kadar toplasınlar kitapları, o kitapta yazılanları okudukları için istedikleri kadar alıp götürsünler onları ve en büyük acıları çektirsinler, kafalarından silemezlerdi okuduklarını. Tüm acılara, çırılçıplak soyularak yapılan işkencelere rağmen hala girmeyi, çıplak bırakabilmeyi başaramadıkları bir yer vardı: beyinleri... Beyinlerinin içindekiler sebebiyle yapılan onca işkence o bilgilerin, düşüncelerin daha da dirilmesine, yerli yerine oturmasına ve faşizmi kendi gözleriyle görerek kendi inançlarına daha da sıkı sarılmalarını sağlıyordu. Her şeye uzak, yer yer komünistleri anarşistlikle eleştiren ben bile bu ortama girince onların haklılıklarını anlamıştım.

O gece, çuvallara doldurdukları onlarca kitapla birlikte tutukladılar beni. Gözlerimi bağlayarak bir yere götürdüler. İlk gece soğuk, pis, küçük bir hücrede tek başıma kaldım. Sonra, sorgulamalar... Sorgulamanın ne anlama geldiğini bilmeyen yoktur zannımca! Evimden toplanan kitaplar sorgu odasının köşesinde, yerde duruyorlardı. Kitapların kime ait olduğunu sordular. "Benim" desem sağ çıkarmazlardı buradan. Sustum. Ben sustukça öfkelendiler.

Benden cevap alamayacaklarını anlayınca bu kez kitapları hırpalamaya başladılar. Adres, isim, ipucu bulmak umuduyla hızlı hızlı karıştırıyorlardı sayfalarını. Zeynep de Sevim de adlarını yazmamışlardı kitaplara. Sadece satırların altları çiziliydi, yer yer küçük notlar düşülmüştü. O notlardan da bir şey çıkmadı. Onlar kitapları incelerken ben de kendimi toparlamak için zaman kazanıyordum.

Heyecanlı bir genç ses kitap sayfalarından çıkan sesleri kesti.

"Burada isim ve imza var!"

Eski bir kitaptı ellerindeki, kitabın adını göremedim. Sararmış yapraklarının birinde "D. Öztekin" yazıyormuş.

"Hmm..." dedi yaşlı olanı... Düşünüyordu. Hatırladı hemen. Aylardır bu soyadın peşindelerdi, nasıl hatırlamasınlar? Birkaç dosyaya baktı. Sonra bana döndü:

"Ulaş Öztekin'i tanıyor musun?"

"Hayır." dedim tereddütsüz.

"Yalan söyleme! Senin evine gidip geldiğini biliyoruz!"

Ne zamandan beri izleniyordu ki Ulaş? Ulaş bize gelmeyeli aylar olmuştu. Bu konuda çok dikkatliydi. Blöf yapıyorlardı belki.

"Hayır, gelmiyor. Tanımıyorum onu."

Üstelemediler bu eve gelme mevzusunu. Demek ki blöftü. Ama bu kez kolayca yanıtlayamayacağım bir soru sordular:

"O halde bu kitap ne arıyor senin evinde?"

SEPYAWhere stories live. Discover now