BÖLÜM - 45

24 2 0
                                    

NERGİS'İN GÜNLÜĞÜNDEN:

Dün çok zor bir gece yaşadık. Ana olmak neymiş anladım desem yeridir.

Ekin birkaç gündür hastaydı, okula göndermiyordum. Evde sirkeli suyla, aspirinle ateşini düşürüyordum. Ara sıra öksürse de iyi sayılırdı. Çocuktu, dayanırdı nasılsa. Dün akşamüstü ne yaptıysam ateşini düşüremedim, yattığı yerde titriyor, ateşi gittikçe yükseliyordu. Kuru öksürük de hırıltılarla artmıştı. Kendini bilmez bir halde yatıyor, ara sıra su istiyor, sonra tekrar uyuyordu. Dudaklarının rengi de gitmişti. Çok endişelendim. Doktor çağırmak gerekiyordu fakat onu bu halde bırakarak hiçbir yere gidemezdim. Bildiğim bir doktor da yoktu. Kadir'i beklemeye başladım. Baktım olmayacak, bildikleri bir doktor adresi ya da telefon numarası var mıdır diye komşulara sormaya karar verdim. Kadir gelince gidip getirirdi doktoru. Tam kapıdan çıkıyordum ki Ulaş geldi. Ulaş birkaç gündür bizde kalıyordu. Genelde sadece uyumak için geç saatte eve gelirdi ama bugün onu Allah göndermişti! Elinde bir horoz şekeri vardı, Ekin'i sordu. Durumu özetledim.

"Ben soruşturur, gider getiririm doktoru Nergis Abla." dedi.

Ona minnettardım. Öte yandan cebimde sadece iki ekmek parası kadar para vardı. Doktor gelse hangi parayla muayene ettirecektik? Kadir'i beklemem gerekiyordu. Ulaş'ta para var mıydı bilmiyorum ama nihayetinde o da öğrenciydi, olsa ne kadar olabilirdi ki... Hem nasıl isterdim ondan? Eminim ki bilse tüm parasını çıkarır verirdi kendisi. Bir yandan kendime kızıyordum, para düşünülecek şey miydi? Ama olmuyordu parasız da...

Ulaş elinde birkaç adresle dönmüştü:

"İki adres aldım Nergis Abla. Birisi kulak burun boğaz doktoru, bu da çocuk doktoruymuş. İkisi de çok uzak adresler, telefon numarası da yok. Ben doktoru alıp getirene kadar gece olur. İyisi mi biz hastaneye götürelim Ekin'i." dedi.

İyi bir öneriydi ama otobüse binmek için mahalleden çıkana kadar çamur içindeki yolda yürümemiz gerekiyordu. Ekin'e paltosunu giydirdim, Ulaş kucakladı onu. Hava soğuktu, kucaktaki kızımın üstüne bir de bebeklik battaniyesini attım. Normalde bile zordur o çamurlu yolda yürümek, kucağında Ekin varken Ulaş arada yalpalayarak, bata çıka yürüyordu hızlıca. Ödüm kopuyordu kayıp düşecek diye! Neredeyse dize kadar çamura batmış bir halde anayola çıktık.

Bekle bekle otobüs yok... Otostop çekmeyi denedik, hiçbir otomobil durmadı. Hava kararmıştı. Uzaktan biri bize doğru geliyordu. Tanıdım hemen, Kadir'di. Bizi bu halde yol kenarında görünce epey endişelenmişti.

Ekin'i Ulaş'ın kucağından alırken:"Böyle acil bir durumda otobüs mü beklenir, taksi çevirelim." diyordu.

Biz otobüsü boşa beklemiyorduk ki... Böyle dediğine göre Kadir'in üstünde para vardı.

İlginç bir şekilde, taksiler boş geçtiği halde durmuyordu. Taksilerden birini durdurmak için nerdeyse önüne atladı Ulaş, durmadı taksi. Yağmur çiselemeye başlamıştı. Şu İstanbul'un havası! Yağmur yağmasa eksik kalır gün. Ekin'in başını battaniyeyle iyice örttüm.

"Parkanı çıkar!" dedi Kadir, Ulaş'a.

Şaşkınlıkla baktı Ulaş. Yağmur başlamıştı, neden parkasını çıkarmalıydı? Anlamamıştım. Ulaş çıkardığı parkasını Ekin'in üstüne attı. Kadir'in parkayı Ekin için çıkarmasını istediğini sanmıştı. Benim de aklıma başka bir sebep gelmiyordu. Yağmurun altında ince bir gömlekle kalakalmıştı Ulaş.

"Yok, o yüzden demedim." dedi bu kez Kadir. "Parkayı al Ekin'in üstünden, fazla dikkat çekmeyecek şekilde elinde tut. Taksiler..."

Ulaş parkayı henüz almıştı ki bir taksi biz el etmeden önümüzde durdu! Parka yüzünden mi durmuyordu taksiler? Ulaş'ın kürklü yakalı yeşil parkası devrimci gençler arasında pek yaygındı ama taksilerin bu yüzden durmamasına inanamamış, tüm bunların tesadüf olmasını ummuştum.

Yol git git bilmiyordu. Ne kadar da uzaktı bu hastane! Hepimiz sessizdik. Bir ara Ulaş taksiciye neden bu yoldan gittiğini sordu. Birkaç bahaneyle onu tersledi taksici. Ulaş tartışacak oldu, taksici sinirlendi, direksiyonu bırakarak el kol hareketleriyle bir şeyler anlatmaya başladı. Araç yan şeride doğru kaymaya başlamıştı, arkadaki araçtan ani bir korna sesi gelince sustu Ulaş.

Yol neredeyse bir saat sürdü. Taksicinin söylediği miktar dudağımı uçuklatmıştı! Ulaş yine taksiciyle tartışacak oldu ama faydasızdı. Üçümüz de cebimizdeki paraları çıkardık. Yetmemişti. O an taksicinin "Üstü kalsın." demesini bekledim. Zor bir durumdaydık, çaresizdik. Çocuk ateşler içinde sayıklamıştı yol boyu, bunu gördüğü halde taksici hala orada tutuyordu bizi. Elbette o da işini yapmış, karşılığını bekliyordu ama yine de ne bileyim, bir insanlık yapmasını bekledim belki. Bin minnet "Sonra versek..." dedi Kadir. Adresimizi bırakacağımızı söyledik. Adam kabul etmedi. Madem paramız yoktu, neden taksiye binmişiz? Üstüne bir de onu burada tutarak daha fazla müşteri alabilmesini engellediğimiz için bizi azarladı. Böyle ezilip büzülmek zoruma gidiyordu. Allah kahretsin parasızlığı! Daha ilaç masrafı vardı. Muayene için para ödeyecek miydik bilmiyorum, İstanbul'da hastaneye hiç gitmemiştim daha önce. Köyde ne kolaydı... Çağırırdık ebe nineyi, iki dakikada gelir bakar, şifalı bitkilerle iyileştirirdi hastayı. Ekin'in ateşini kontrol etmek için saçlarını sıyırırken kulağını deldirdiğimizde taktığımız ve o günden beri hiç çıkarmadığımız minik mavi boncuklu 14 ayar altın küpeye takıldı gözüm. Selma Abla'nın hediyesiydi. Ederi neydi bilmiyorum ama benim için paha biçilmezdi. Belki adam buna ikna olurdu. Küpenin arkasını açmaya çalıştım, çıkmıyordu. O an Ulaş'la göz göze geldik, o çok iyi tanıdığım hınç vardı gözlerinde. Yoksulluğun bir gün son bulacağına ve bir daha böylesi bir ana tanıklık etmeyeceğine inanmış gözler... Eşitsizliklere, adaletsizliklere ve haksızlıklara karşı canı pahasına savaşmaya and içmiş tertemiz yüreğini taşıyan bakışlar... Bıraksan o yeşil gözler devrime koşacak...

Ekin yine bir şeyler sayıklıyordu, kulağıyla oynamam huzursuz etmişti onu. Yine de küpenin tekini çıkarmayı başarmıştım.

"Dur, Nergis Abla." dedi Ulaş. "Kadir Abi, daha fazla vakit kaybetmeyelim. Sen Ekin'i alarak önden git. Biz geliyoruz."

Kadir bana baktı. Küpeyi gösterdim ona, anlamıştı. Ekin'i kucakladığı gibi girdiler hastaneye. Kızımın mavi boncuklu minik küpesini içimden ondan özür dileyerek taksiciye uzatıyordum ki Ulaş tuttu kolumu. Bileğinden saatini çıkarmış, taksiciye uzatıyordu. Engellemeye çalıştım ama Ulaş bir şeyi kafasına koydu mu onu engelleyebilene aşk olsun!

"Bunu al." dedi taksiciye."Baba yadigarıdır. Merak etme, bu haliyle bile ederi borcumuzdan fazla. Hastamız varken bizi kestirme yolları kullanarak hastaneye ulaştırmak yerine ufak bir İstanbul turu yaptırdığın için bir 'teşekkür' olsun sana!"

Sesi gurur doluydu. Eğilmemişti taksicinin karşısında. Taksiden indikten sonra özellikle şoförün penceresinin yanında durarak giydi parkasını. Utanacak, saklayacak bir şeyi yoktu. İçim gitti... İnsanlık mı istemiştim? Ulaş'ın bu insanca tavrı beni derinden etkilemiş, bir o kadar da utandırmıştı. Cebinden birkaç kuruş para çıkan bu çocuğun tek değerli şeyi saatiydi. Ve o saat hiç tanımadığı babasından ona kalan tek hatıraydı... Onu da gözünü kırpmadan çıkarıp vermişti Ekin için.

Ekin zatürre olmuş. Birkaç gün hastanede tutacaklardı. Kızımın uyandığında ilk sorusu "Ulaş Abi gitti mi?" olmuştu. Gitmemişti. Dün gece Ankara'ya dönmeyi planlıyordu ama Ekin'in kendine geldiğini görmeden gitmek istememişti Ulaş. Sabah Ekin'in iyi olduğunu görüp de onunla konuşunca rahatladı, az önce çıktı hastaneden. Ekin uyuyor yine. Ben de ömrüm boyunca Ulaş dendiğinde hatırlayacağım bu geceyi yazayım dedim...

SEPYAHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin