BÖLÜM - 65

20 2 0
                                    

ZEYNEP ANLATIYOR:

İki gündür bir odada bekletiliyordum, kitap yok, gazete yok. Sağlık ocağı yetersiz görülmüş olmalıydı ki beni hastaneye yatırmışlar, sürekli olarak serumlarla besliyorlardı. Beni otobüsten sağlık ocağına getiren o lise formalı genç çocuk da arada ziyaretime geliyordu. Hastaneye getirilişimin ikinci gününde benimle bir şeyler konuşmak istedi, doktor girip de konuyu bilmeden: "Hastamızı yormayalım." deyince konuşacakları yarım kaldı, bir daha da konuyu açmaya fırsat bulamadı. O gazete haberlerine verdiğim tepkilerden; vurulan, yaralanan, yakalanan devrimci liderler için ağlayıp bayılmamdan dolayı beni aktif olarak hareketin içinde sanmış, örgütümüzün adını ve aramıza nasıl katılabileceğini sormuştu. Oysaki beni bu hale getiren şey son bir ayda yaşadıklarımın birikimiydi, o gazete haberlerinin üzüntüsü bir patlama noktasıydı. Neler yaşamıştım son günlerde... Önce Kaya'nın öldüğünü sanmış, uyuşturularak yarı ölü bir vaziyette sekiz gün geçirmiştim. Ardından bir gece Kaya'nın ansızın gelişi, aynı gecenin sabahında yok oluşu... Annemle babamın barışması, Almanya'ya gidiş kararı, apar topar İstanbul'a gelmem, Ekin'in hüzün dolu gözleri, Ulaş, Nergis Abla ve Kadir Abi'nin tutuklandığını öğrenmem... Ve en son da bu gazete haberleri; arkadaşlarımız, gencecik canlar... Onlar arkalarından oturup ağlamamızı değil, yaktıkları devrim meşalesini onurla ve hiç söndürmeden taşımamızı isterlerdi muhakkak. Yine de elde değil, yirmili yaşlardaki o güzel çocukların erken gidişlerine insan üzülüyor. Üzülmek ne kelime, kahroluyor. Ömrüm boyunca unutmayacağıma and içtiğim 1971 Mayıs'ına dair görüntüler o hastane odasında kopuk birer film şeridi gibiydi. Uyandığım an parçaları birleştirmeye çalışıyordum. Uyuduğum süre boyunca da rüyamda Ekin'i, kardeşlerimi, Ulaş'ı, Kaya'yı, devrimci arkadaşlarımı görüyordum hep.

Annem ve kardeşlerim gitmiş miydi acaba? Ekin nasıldı? Bir an önce kurtulmalıydım buradan.

Hala bitkin olsam da doktoru ikna etmeyi başardım ve kendimi çok yormamamı, duygusal iniş çıkışlar yaşatacak her şeyden uzak durmamı ve çok iyi beslenmemi öğütleyerek üçüncü günün sabahında taburcu etti beni doktor.

Doğruca annemin evine gittim. Gitmişlerdi. Perdesiz evin içi bomboş, kapıları sımsıkı kilitliydi. Komşularla karşılaşmamak için çabucak ayrıldım oradan. Kimseyle konuşacak halim yoktu, bir yumru gelip oturmuştu mideme...

Kardeşlerimi kimbilir bir daha ne zaman görecektim? O adam neler yaşatacaktı onlara? Nasıl bir hayat bekliyordu onları...

Kafamda bu sorular, mahalleye vardım. Niyetim Ekin'i görüp hava kararmadan Ankara otobüsünü yakalamaktı. Ankara'ya dönmem gerekiyordu artık. İşten iki günlük izni bile zar zor almışken günlerdir ortalarda yoktum. Aylık maaşımdan fazla borcum birikmişti Sevim'e, borçlarımı ödeyebilmek için para kazanmam lazımdı. Ulaş'a, Kadir Abi ve Nergis Abla'ya çamaşır, kıyafet, kitap gönderebilmek için para lazımdı. En kısa zamanda Almanya'ya gidip kardeşlerimi görebilmem için para lazımdı. Yaşamak için hava, su kadar lazımdı para. Maalesef...

26 Nisan'da DTCF yeniden açılmış, aynı gün çıkan şiddetli olaylar yüzünden yeniden kapatılmıştı. Tüm fakülteler böyleydi, bir kapatılıyor, bir açılıyordu.

Ekin önceki günlere göre biraz daha iyi görünüyordu. Onca kötü haberin, acıların ardından onu biraz olsun toparlanmış görmek bile bir teselliydi bana. Ona bu akşam Ankara'ya döneceğimi söylediğimde hiç tepki vermedi. Onun bu sessizliği beni ürkütmüştü. Sonunda:

"Zeynep Abla?" dedi. "Gidecek misin?" Sorusuna yanıt beklemeden "Gitme..." dedi. Bana ihtiyacı olduğunu, bu hayatta yapayalnız hissettiğini haykıran küçücük bir "gitme"...

"Gitmem gerek Ekinciğim... Ama söz veriyorum geri geleceğim, bekle beni."

SEPYAWhere stories live. Discover now