BÖLÜM - 46

22 1 0
                                    

BELGİN ANLATIYOR:

Bir daha ömrüm boyunca yaşamak istemeyeceğim o kötü günlere dönmemek için Ulaş'la ilişkimi sınırlı tutuyordum. Odun sobasını kurmuş, bizim evde Ulaş, Kaya, Zeynep ve ben oturuyorduk. O üçü, yazı geride bıraktığımız şu günlerde artık evde buluşur olmuşlardı. Sobanın üstündeki çaydanlık fokur fokur kaynıyor, bardaklarımız dolup dolup boşalıyordu. Zeynep, bildirileri saklayacağı günkü polis baskınını anlatıyordu.

"İleride kesin bir kitap yazacağım. Hayatımı yazsam koca bir roman çıkar."

"Ben de senin kitabında yazabilir miyim?" diye sordu Ulaş.

"Benim kitabımda mı? Kuzum gazete mi bu, sana da bir köşe yapayım."

"Niye Zeynep, şöyle düşünsene: Biz üçümüz bir roman yazıyoruz. Bir bölüm sen anlatacaksın, kaldığın yerden ben, sonra Kaya, sonra yine sen... Devrimden sonra, bir zamanların Türkiye'sini anlatırız, kapitalizmin ve emperyalizmin kol gezdiği... Aynı dönemi farklı yorumlarla okumak ilginç gelir okuyucuya. Sence de güzel olmaz mı Kaya?"

"İlginç bir öneri. Bunu düşün Zeynep." dedi Kaya da.

"Aman ne düşüneceğim! Ulaş'ın yazacağı kitap bildiri gibi olur, yazık okuyucularıma!"

"Vay, okuyucularım ha! Hemen de havaya girdin bakıyorum."

Birden gök gürledi, bardaktan boşanırcasına yağmur yağmaya başladı. Ulaş pencereye yaklaştı, camdan dışarı baktı uzun uzun. Kaya da arkadaşının düşüncelerini okumak istercesine bakıyordu ona. Ulaş'a bakarken gözüm pencerenin önünde yere bağdaş kurmuş oturan Zeynep'e ilişti. Avucunda tuttuğu sıcak çay fincanıyla tam bir kış kızı. Ama o sevmez kışı...

"Bu yağmurlar iyi olmuyor." dedi Ulaş. Az önceki neşesi sönmüştü.

"Ben en çok sokaktaki hayvanlar ve evsizler için üzülüyorum." dedi Kaya da.

Zeynep ona gülümseyerek baktı. Bir şey diyecekken Ulaş aldı sözü:

"Haftaya da yağacak mı böyle acaba?"

"Bilmem ki... Neden sordun?"

"İstanbul'a gideceğim."

"Sen daha yeni gelmedin mi İstanbul'dan?"

"Aksilikler oldu, tamamlayamadığım işler kaldı. Eskiden Levent'le giderdik İstanbul'a... Gerzek herif! Bok vardı sanki Almanya'ya gidecek!"

Ulaş'ı ilk kez küfrederken duyuyordum.

"Ben de kızdım." dedi Zeynep. "Ailene o kadar kafa tut, tüm zorluklara göğüs ger, yeni bir hayat kur kendine, tam her şey yoluna girmişken bir kız yüzünden her şeyi geride bırak, çek git! Değecek biri olsa yanmayacağım hani... Kızı doğru dürüst tanımıyordu bile!"

"Ben onu çok iyi anlıyorum." Bu sözlerin ardından hepimiz Kaya'ya bakmıştık. Gözleri üstünde hissetmenin rahatsızlığıyla hafifçe kıpırdandı. "Tüm dünyaya kafa tutarsın. Ama bir gün öyle biri girer ki hayatına, o senin dünyan olur. Seni yener. Dünyan yıkılınca sen de yıkılırsın. Belki gönüllü bir yenilgi olur bu, belki istemsiz. Önemsiz... O vakit ya ölürsün ya tutunacak bir şeyler ararsın. Kendinden dahi kaçmak istersin çünkü senin içine, yüreğine işlemiştir o. O yüzden ben kızmıyorum Levent'e. O şu an hala bir mücadele veriyor. Kolay mıdır onca emek vererek kurduğun düzenden, çok sevdiğin arkadaşlarından, şehrinden, memleketinden bir anda vazgeçmek... Üniversite hayatının bir anda sonlandırılması... Almanya'ya mutlu olmaya mı gitti sanıyorsunuz? Kalbi onu buralardan sürerken gidebileceği tek yer orası belki."

Çok etkilenmiştim. Zeynep'in de sesi çıkmıyordu. Pencere önünde ayakta durmakta olan Ulaş başını çevirdi, Kaya'ya bakarak: "Çok saçma!" dedi. Açıklama yapmaya gerek bile duymadı. Ona göre saçmaydı. Nokta.

Onun çocuksu öfkesi gülümsetmişti beni.

"Benim işe gitmem gerek çocuklar!"

Zeynep çayındaki son yudumu hızlıca yutarak odasına geçiyordu ki Kaya ve Ulaş ayaklandı.

"Fakülteye uğrayalım biz de."

"Bekleyin, hemen hazırlanırım. Beraber çıkalım."

İki erkek bakıştılar. Anlaşmışlar gibi bir ağızdan:

"Acelemiz var." dediler.

"O zaman akşam tekrar gelin. Poker oynayalım. Sevim de gelmiş olur ben döndüğümde." dedi Zeynep.

Aslanım Zeynep! Gelsinler tabii, hatta Ulaş hiç gitmese... Her ne kadar poker karesine dahil olamasam da sorun değildi. Yeter ki Ulaş gelsin.

Gerçekten de akşam geldiler. Zaten onların Zeynep'i kırdıkları nerede görülmüştü ki? Onlardan yarım saat sonra da Zeynep işten döndü.

"Herkese selamlar!" diyerek seslendi evin içine. Ayrı bir güzellik vardı üstünde. Yaklaşınca yüzündeki hafif makyajı fark ettim.

Sevim'le ben paltosunun önünü açmakta olan Zeynep'e "Hoş geldin." derken Ulaş selam vermek yerine: "Bu ne hal kızım?" diye sordu.

Üstüne bakınırken Ulaş'ın sorusuna soruyla karşılık verdi Zeynep: "Ne var ki halimde?"

"Eteğin çok kısa." dedi Kaya keyifsizce.

"Nesi kısa Kaya, tüm kadınlar böyle giyiyor."

Doğru diyordu Zeynep, o aralar mini etek pek modaydı, tüm kızlar minicik eteklerle gelirdi üniversiteye. Bırakın taciz etmeyi ya da laf atmayı; kızlar rahatsız olmasın diye çoğu erkek dönüp bakmazdı bile.

Zeynep giydiği eteği savunurken Ulaş onun sözünü kesti: "Eteği değil, paltoyu diyorum."

"Bu mu? Maksi palto."

"Yakında Ses Dergisi'nde de görecek miyiz seni? Nereden buldun bu paltoyu?"

Bu sorgulamanın nereye varacağını merakla bekliyordum. Öyle ya, kıskanan ya da karışan kişi Kaya olsa tamam da, Ulaş'a ne oluyordu?

"Ne alaka Ulaş! Nergis Abla dikti. Niye taktın ki şimdi? Çok moda bu paltolar."

"Sorun da orada ya, moda! Moda nedir? Ben söyleyeyim. Moda, kapitalizmin çarklarını döndürecek tüketim toplumunu yaratmak amacıyla pompalanan bir zımbırtı. Bir model yaratılarak insanlar daha fazla tüketmeye sevk ediliyor. Bilmem anlatabildim mi?"

Zeynep'in şaşkınlığından faydalanarak: "Ayrıca o etek çok kısa." dedi Kaya yeniden.

Kaya'ya ters bir bakış attıktan sonra: "Ben o yüzden giymiyorum ki... Ben tüketmedim hem, hediye bu..." dese de bir daha o paltoyu giymedi Zeynep. Ömründe bir kez giydiği o kırmızı maksi paltoyu bir süre sonra bana hediye etti. Çok şık, çok hoş bir paltoydu, usta bir terzinin elinden çıktığı belliydi. Bu kırmızı maksi paltoyu modası geçene dek giydim ben.

SEPYAWhere stories live. Discover now