BÖLÜM - 47

29 2 0
                                    

ZEYNEP ANLATIYOR:

"Bu parkaların da modası geçti be Ulaş."

Ulaş'ı kızdırmayı başarmıştım! Oh olsun, sen benim maksi paltoma laf ederken iyiydi... Çabuk toparlandı ve zekice bir yanıt bulmuş olmanın gururuyla:

"O yüzden giyiyorum ya. Moda olan bir şeyi giyecek halim yok herhalde..." dedi.

"Modası geçti diyorum kuzum. Sen bunu satın alıp giymeye başladığında modaydı işte."

"Bakıyorum da modanın sıkı takipçisisiniz hanfendi." derken elinde tuttuğu rulo haline getirilmiş gazeteyle kafama hafifçe vurdu.

Altında mı kalacaktım, ben de başladım rastgele vurmaya...

"Bana bak!"

Ulaş'ın sesi epeyce gür çıkmıştı. Yanıt gecikmedi:

"Şşt! Ayıp, koca delikanlısın, yakışıyor mu?"

Otobüste olduğumuzu hatırlatan bu ses olmasa bu boğuşma sürer giderdi... Ulaş bozulmuştu, gazetenin arkasına saklandı. Sözde, gazetesine konsantre olmuş, uslu uslu okuyor. Onu böyle görünce beni aldı mı bir gülme...

Gazetenin tepesinden, tek kaşını kaldırarak bir bakış attı bana: "Şşt! Ayıp, koca kızsın, yakışıyor mu?" Ardından yeniden gazetesinin ardına gömüldü tüm beyefendiliğiyle!..

Otobüsten inince ben doğrudan eve gittim, Ulaş yurtta kalacaktı. Hani 68 Temmuz'unda pencereden atılarak katledilen kardeşimizin bir zamanlar yaşadığı Gümüşsuyu'ndaki şu yurt...

Evrim ve Devrim beni görünce deliye döndüler, türlü türlü şımarıklıklar... Her seferinde onlara daha çok zaman ayırmam gerektiğini düşünür, minik kardeşlerimle yeterince ilgilenemediğim için kendime kızardım. Oysaki Ankara'daki yoğunluğuma şimdi bir de işten izin alma zorunluluğum eklenmişti ki hiç bana göre bir şey değildi birinin karşısında iki büklüm durmak, bir şeyler dilenmek... Bu bugün bir patron olur, yarın bir diktatör, öbürsü gün bir faşist. Ne olursa olsun dik durmak, dimdik ayakta dururken de ezilenin yanında olmak gerek. "En önemlisi, dünyanın neresinde olursa olsun her haksızlığı kendinize karşı yapılmış gibi hissetme kabiliyetinizi koruyabilmenizdir. Bu bir devrimcinin en önemli özelliğidir." der Che...

Annem sigarayı bıraktığını müjdeledi. Geldiğimden bu yana bana söylediği tek cümle bu oldu belki de. Biz anne-kız olmayı çoktan bırakmıştık, şimdiyse aynı çatı altında barınmaya zorunlu bırakılmış iki yabancıyız.

Onu inceliyordum. Soluk renklerle çizilmiş donuk resmin güzel kadınıydı o. Hani boya bitmeseydi ya da ressamın paletindeki renkler daha canlı olsaydı belki bir başyapıt...

Çocukları yatırıp salona geçmiştim. Annem de kendi yatağında, üstündeki elbisesiyle uyuyakalmıştı. Yavaşça camımız tıklatıldı. Çıkıp baktım, Leyla Teyze. Bana telefon varmış. "Senin şu deli oğlandan." diyordu.

"Ulaş? Hayırdır?"

"Zeynep, yurda giremedim. Vurallarda da kimse yok, bir saattir apartmanın çevresinde dolanıyorum ama ne gelen var ne giden... Size geliyorum."

İzin almıyordu, buna gerek de yoktu.

Çocukluğumun evinin penceresinde onu beklemeye başladım, çocukluğumdaki gibi... Çocukluğumun kahramanı, gençliğimin biricik dayanağı... Eve girmeden evvel berrak yeşil gözleri içeriyi kolaçan ederken sanki baktığı yerler aydınlanmış, film geri sararak çocukluğumun eksik parçaları tamamlanmıştı. Ne çok anımız olmuştu bu evde onunla... Çocukluktan erişkinliğe uzanan zorlu yolda her an benimleydi o. Büyüme sancılarımın ilacı... Tüm değişime inat bu evden ve benden hiç silinmeyen varlığıyla hayatımın vazgeçilmezi...

SEPYAWhere stories live. Discover now