BÖLÜM - 51

26 3 0
                                    

EKİN ANLATIYOR:

"Görüşmek üzere!" diyerek ayrılıyordu her giden... Yeniden görüşeceklerine dair bir inanç mı yoksa bir cesaret cümlesi midir bilinmez. Kime cesaret vermek üzere söylenir? Kendine mi, sevdiklerine mi? Yoksa senden sonrakilere mi? Meçhul. Yine de mahallemizde bir gece ansızın basılan evlerden toplanan gençlere ve işçilere hep aynı cümle söylenir, her götürülen kişi aynı cümleyi kurar: "Görüşmek üzere..."

"Hayatta her şeye alışılır." der annem. Hastalık, soğuk, açlık, yokluk, yoksulluk... İnsanoğlu her koşulda bir şekilde hayata tutunmayı başarır. Ölüme bile alışılırmış. Bir tek özlemek başkadır. İçinde kavuşma umudu barındıran her ayrılık dayanılmazdır. Seneler ayrı geçse de o umut hiç sönmez. O umut sönmedikçe kaldığı yerde hep misafirdir giden ve bir gece gelecektir beklenen.

Minicik aklım almazdı ayrılıkları; babalarını ve ağabeylerini özleyen arkadaşlarımın acılarını, evladını özleyen annenin hasretini. Yine de bilirdim ki bir haksızlık vardı bu işte, bunca insanın acı çekmesinde bir gaddarlık vardı. Ağlayan anaların, bacıların, yârların ve çocukların gözyaşlarında bir çaresizlik vardı. Dimdik duran ağabeylerin ve babaların gözlerinde bir hınç vardı. Baba kucağı isteyen bebeklerin çığlıklarında bir bekleyiş vardı.

Biz de bekliyorduk. Ben okulların tatile gireceği, yeniden sokaklarda oynayacağımız sıcacık yaz günlerini... Annemse babamı almaya gelecekleri o soğuk günü.

Buz gibiydi 71 Şubat'ı. Ocak ayındaki İş Bankası Emek Şubesi soygunundan bir ay sonra yine Ankara'da Ziraat Bankası Küçükesat Şubesi soygunu gerçekleşmişti. Birkaç gün sonra ise Balgat'ta Amerikan tesislerinde görevli bir Amerikan Çavuşu kaçırılmıştı. Zaman yaklaşıyordu. Çok yakında erikler çiçek açacaktı.

İşte babam, eriklerin çiçek açacağı o günü bekliyordu.

Hava kararmak üzereyken gökyüzü tatlı bir kızıllığa bürünmüştü. Kış günü nadirdir güneşi görmek. Pencerenin önünde bu tatlı kızıllığın tadını çıkarırken bir yandan da penceremizi renklendiren sardunyaların kurumuş yapraklarını ufalıyordum. Kıymetli çiçeklerine zarar verdiğimi fark eden annem pencereye koşarken aynı anda fark ettik yaklaşan otomobilin sesini. Yine birini almaya gelmişlerdi.

Hangi acıyla sorguda arkadaşının adını vermişti birileri?

Babamı mı götürmeye geldiler korkusu, bencilliğimizin farkındalığının verdiği utanç...

İşleri kısa sürdü. İki kişiydiler. Beş ev ötedeki Harun Abi'yi alıp götürdüler.

Üzüldük, yıkıldık, alıştık ve utanarak rahatladık. Babamız hala bizimleydi.

Birkaç on dakika sonra hava henüz kararmıştı ki minicik bir 'tak' sesiyle kapımız çaldı. Babam eliyle annemi durdurdu, dış kapıya yaklaşıp bekledi. İlkinden biraz daha şiddetli tak sesiyle kapının çaldığına emin olmuştuk. Tuz istemeye gelen bir komşuydu olsa olsa.

Değildi. Gelen, Ulaş Abi idi!

Ah, nasıl bir mutluluktu onu yeniden görmek! Kapıyı geç açtıklarından dolayı pişman, heyecanla içeri buyur etti babam ve annem onu. Annem hemen önüne bir tas yemek koydu. Tanrı misafirinden öte, Tanrı'nın bir armağanıydı o benim için.

Arandığından, bir süredir kaçak yaşadığından bahsetti. "Aslında burada olmam çok tehlikeli, biliyorum. İstanbul'da saklanabileceğim ev kalmadı." diyordu.

Zeynep Abla'nın verdiği bir adresten bahsediyordu. Meriç isminde, liseden bir arkadaşlarının eviymiş. Doğru adrese gittiğinden emin olmasına rağmen zilde başka bir isim görünce tereddüt etmiş ve geri dönmüş. Az önce gelen polislerden bahsetti annem.

"Gördüm." dedi Ulaş Abi. "Size gelmek için saklanıp onların gitmelerini bekledim. Böyle baskınlar çok oluyor mu?"

"Ara sıra." diyerek yanıtladı onu annem.

"Son zamanlarda epey sıklaştı."

"Ama bugün geldiler ya, artık uzunca bir süre gelmezler."

"Belli olmaz Nergis, şimdi bir ihbar alsalar bugün yine gelirler."

Annem ters bir bakış attı babama. Annem Ulaş Abi'yi rahatlatmaya çalışırken babamsa her zamanki gibi çok gerçekçiydi.

İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi süresiz kapatıldığından beri annem de hep evdeydi. 4 kişiye çıkan minik ailemizle yaşayıp gidiyorduk...

SEPYAKde žijí příběhy. Začni objevovat