BÖLÜM - 50

18 3 0
                                    

Selma Hanım karşısındaki genç subayı görünce duraksadı, uzun süre bir şey diyemeden ona baktı. Genç subay şapkasını çıkardı ve: "Anne, benim, tanımadın mı yoksa beni?" dedi derinden gülen gözleriyle.

Bir ana oğlunu tanımaz mı? Dünyanın öbür ucuna gitse de hisseder oğlunu, karşısında görüp de tanımayacak mı? Tanımıştı Selma Hanım da, tanımıştı tanımasına ama inanamıyordu Ulaş'ın geldiğine. Sanıyordu ki geceler boyu zihninin ona oynadığı acımasız oyunlardan biriydi bu da. Zeynep'in 'Selma Teyze, Ulaş iyi ama bir süre saklanmak zorunda.' derkenki bakışından sonra nasıl inanırdı oğlunun geldiğine?

Ayakkabısını çıkarmadan girdi içeri Ulaş, kapıyı kapattı. Kapıyı kapattıktan sonra çıkardı ayakkabılarını. Annesinin düşmüş omuzlarına, erken kırışıklıklarla süslenmiş yüzüne, küçülmüş gözlerine baktı. Sarıldı. Selma Hanım dokunmaktan korkarcasına sarılmıştı oğluna. Düşlerindeki gibi, elini uzatsa kaybolacaktı belki, o yüzden dokunmadan sevmeye razıydı o, gitmesindi Ulaş. Ana oğul hasretle, özlemle, sevgiyle kucaklaştılar.

Annesinin sıcacık gözyaşları boynunu ıslatmıştı Ulaş'ın. Selma Hanım'ın içindeki acıyı her geçen gün beyazlaşan saçları ele veriyordu adeta. Geri çekilerek baktı oğluna.

"Çok zayıflamışsın." dedi burnunu çekerken. Zayıflamış... Nasıl da solgun? Güzel gözlerinin altı çökmüş. O bir lokma daha fazla yesin diye nasıl da sokakta koştururdu oğlunun peşinde, elinde tabak... Yemezse ağlardı yemekler arkasından. Yemezse polis amcalar gelip onu alırdı! Ah...

Salona geçtiler. Evin o bildik kokusu sarmıştı her bir yanını Ulaş'ın. Tarif edemezdi o kokuyu, evinin kokusuydu, evine özgüydü sadece. Biraz annesi kokardı, çokça sevgi, huzur, güven, mutluluk, en güzel yıllar kokardı. Fark etmezdi bu ev ya da İstanbul'daki eski ev, annesinin olduğu her yer böyle kokardı. Korkusuzdu şimdi, ilk kez çevresini kontrol etmek zorunda değildi, ilk kez yatsa sabaha kadar deliksiz uyuyabilirdi. Bir ihbar olsa ilk aranacak yerlerden biri bu evken o, fırtınalardan sonra dünyanın en güvenli koyuna sığınmış bir denizciydi şimdi annesinin yanında.

"Aç mısın?" diye sordu Selma Hanım.

"Değilim anne, gel, otur yanıma." dedi. Ana-oğul diz dize oturdular konuşmadan. İçi rahat edememişti, kalktı Selma Hanım. Mutfağa gitti. Bir tabak nohut yemeği ve pilav getirdi. Bilseydi oğlunun geleceğini, donatmaz mıydı masayı?

İştahla yedi yemeği Ulaş. Ana yemeği gibisi yoktu. Sıcak bir ev yemeği yemeyeli kaç gün olmuştu... O yemeğini yerken Selma Hanım da Ulaş'ın çantasındaki kirli kıyafetleri çıkarmış, evde kalan birkaç parça temiz kıyafet, çorap ve çamaşırı çantaya doldurmuştu.

Ne diyeceklerini bilemez haldeydi ikisi de. Selma Hanım bozdu sessizliği:

"Zeynep'ten aldım haberlerini." dedi.

"Biliyorum... Burayı bastılar mı? Seni sorguladılar mı?"

"Daha değil ama nasılsa gelecekler. Neden kabul ediyorsun üzerine atılan suçu? Bunun şakası yoktur, geri dönüşü yoktur. Yakalarlarsa bırakmazlar bir daha. Neden gidip açıklamıyorsun her şeyi?"

"Açıklasam inanırlar mı? Onlar gerçek suçluyu aramıyorlar ki anne, suçlu rolünü üstlenecek herhangi birini arıyorlar. Ben de suçluyum. Üzerime suç atılmış ya da atılmamış olsun ne fark eder, devrimci olmak bile suçken..."

"Belki haklısın, ama senin bu suçu işlemediğin belli. Sen inkar edersen gerçek suçluyu bulurlar elbet. O zamandan sonra da serbest kalırsın."

Öyle kolay değildi bu işler. Üstelik bu suçtan kurtulmak isteyen kim? Dese mi, demese miydi bunu annesine? Diyemiyordu ki annesine 'Suçu işleyen yoldaş devrim adına, hepimiz adına yaptı onu, eminim ki hala da devrime hizmet ediyordur. Ben bir şey yapamadım devrim adına, hep seyirci kaldım. Belki böyle bir faydam olur en azından.' Diyemezdi böyle, anlamazdı annesi.

SEPYAWhere stories live. Discover now