BÖLÜM - 43

25 2 0
                                    

LEVENT ANLATIYOR:

İnanmıyordum! Derya beni unutmuş olamazdı! Beni unutması için fırsat vermemiştim ki ona... Gönderdiğim altıncı mektuptu bu. Bir de yazıp göndermediklerimi sayarsak... Neden yanıt gelmiyordu peki? Rahatsız mı oluyordu? Hayır, öyle olsa neden benimle çay bahçesine gelmişti? Adres yanlıştı bence. Yanlış tahmin etmiştim adresi, her ne kadar sokak adı, apartman adı, kapı numarası aynı olsa da... Yanlıştı işte adres! Ya da taşınmışlardı. Beni istemiyor olmasını kabullenemiyordum...

Ona bir ulaşabilsem, gidip duygularımı anlatabilsem... Tek bir kelime yazsa yeter mektuplarıma: Gel. Sırf beni çağırırsa o an atlayıp İstanbul'a gidebileyim diye bu yaz zorunlu stajımı yapmaktan vazgeçmiştim. Bizimkiler su altında kalan bir Anadolu köyünde evleri, okulu onarıyorlarmış. Bitince bir de kütüphane kuracaklarmış. Ulaş'ın sesinde işe yarıyor olmanın verdiği sevinç vardı, ta kilometrelerce öteden anlıyordum bunu. Delikanlı. Deli-kanlı. Tam Ulaş için yaratılmış bir kelime bu.

İşte böyle günlerin birinde buldum o mektubu. Dış kapının kenarına sıkıştırılmış, temiz bir zarftı. Nihayet geldi. Derya'nın mektubu nihayet geldi!

Zarfın üstüne bile bakmadan yırttım zarfı. İçindeki kağıt da köşesinden yırtılmıştı, aldırmadım. Hızlıca açtım katlanmış kağıdı.

Buraya kadarmış.

Okuldan atılmıştım!

Elimdeki birkaç satırlık yazıyla odanın ortasında kalakaldım. Neden sonra ayakkabılarımı çıkarmadığımı fark ettim. Ulaş'ın birkaç haftadır evde olmamasına rağmen odasının hala onun kokusuyla dolu olmasına şaşırdım. Şu duvardaki askıya özensizce asılmış kıyafetlerden dolayı mı? Onun yüzünden oldu bu! Babam öğrense beni Almanya'ya çağırır mı? Annem ağlar mı? Çağırsınlar mı, ağlasın mı? Evet... Evet? Bir an utandım kendimden. Ulaş yüzünden mi olmuştu? Onun tüm itirazlarına rağmen silahı Ulaş'a götürme konusunda ben ısrarcı olmamış mıydım? Silahı sıranın altında ben unutmamış mıydım? Alışık mıyız sanki silah taşımaya da her an sahip çıkalım! Nice arkadaşlar üzerinde silahla yakalanıyor, yurtlar dolu... Neden ben? Derslere devam etmemem, sınavlara girmemem, girdiğim sınavlardan hep düşük notlar almam... Şimdi üstüne bir de bu olay... Disiplin kuruluna sevk edildiğimi öğrendiğimde ben de dahil olmak üzere kimse bunu önemsememişti. Olurdu öyle, onlar kendi aralarında toplanır, konuşurdu ama ihraç kararı nadiren çıkardı. Hani nadirendi?

Ulaş'a kızıyordum hala ama şu an yanımda olmadığı için... Birkaç sözcükle beni teselli etmediği için... Ona ve Kaya'ya ulaşabileceğim bir adres, bir telefon numarası dahi yoktu. Derya olsaydı yanımda...

Derya...

İşte okuldan atıldığım haberini aldığım günlerin birinde geldi onun mektubu. Şöyle diyordu Derya:

"Levent,

Evvela, attığın mektuplarla beni hayli müşkül durumda bıraktığını belirtmek isterim. Bereket ki babam sabahları erkenden çıkıp akşam geç saatte geliyor, postacıyla karşılaşmıyor. Annem de anlayışla karşılayarak durumu idare etti.

Sana bir haber vermek için bu ilk ve son mektubumu yazıyorum: Levent, ben evleniyorum. Önümüzdeki hafta nişanım var. Müstakbel eşim, Seçkinerlerde çalışan, geleceği parlak bir muhasebeci. Bana iyi bir gelecek vaat ediyor. Üniversite sınavındaki başarısızlığımdan sonra son şansım bu...

Lütfen beni anla ve beni daha fazla zor durumda bırakmadan bu mektup işine bir son ver.

İkimiz için de böylesi daha iyi.

Derya."

Defalarca kez okudum mektubu. Yetmedi; beraber uyudum onunla, uyandım okudum, uyurken okudum. Her harfini tek tek inceledim. Aklımı kaçırmam yakındı. Kabullenmesem de alışmıştım bu fikre: Artık bir okulum, bir geleceğim ve Deryam yoktu.

Ulus'tan geçerken bir sürü güvercin dolanıyor çevremde. Kaçmıyorlar benden. O, kaçtı. Işıltılı renkli boynu var güvercinlerin ama birininki çok belli. Yeşil ve pembe pırıltılar görüyorum. Boynunu kaldırmış, tüylerini kabartmış. Minik bir güvercini kovalıyor. Kim bilir neden? Ben de Derya'yı kovaladım. Böyle kaçtı benden? Kim bilir neden...

Gülüşerek konuşan bir çift tam yanımda. Garsona iki oralet söylüyorlar. Benimki ılık olsun! Açıklama gereği duyuyor, sıcak boğazımı yakıyor da... Derya da bana açıklama gereği duydu. Onu rahatsız etmemem için... Ona rahat bir hayat veremeyeceğim için... Oysa o bana şans verseydi ben kainatı ayaklarına sererdim. Seçkinerlerde çalışan bir muhasebeci... İstesem bugün öğrenirim kim olduğunu. İstemiyorum. İki oralet geliyor yan masaya, biri ılık. Çantasını karıştırıyor kız. Ne arıyor acaba? Bana ne... Ne ararsa arasın. Fırsattan yararlanıyor çocuk, kızın yanağına koca bir öpücük... Sesi duyuluyor buradan. Endişeli bir mutlulukla fısıldıyor kız: "Bir gören olacak!" Bir gören olacak... Derya'nın lafı bu! Onun kelimeleri... İçten içe kızıyorum. Onun kelimelerini nasıl kullanırlar! Oysa düşünemiyorum, kelimelerin sahibi olur mu? Hadi oldu diyelim, Derya ne zaman bu cümleyi böyle mutlulukla söyledi? "Il n'y a pas d'amour heureux" demiş şair. Mutlu aşk yoktur.

Bir kahvedeyim. Birkaç kadın var, gerisi erkek. Kadınlar da belli, yağmurdan kaçarak sığınmışlar buraya. Birisi, tam ortadaki sobanın yanına çekmiş sandalyesini. Birkaç meraklı göz kadınların üzerinde. Gördüğüm en sessiz kahve burası. Sanki az önce ölü gömmüş bu cemaat...

Kitapçı dükkanındayım yeniden. Para kazanmam gerek. Yaşamam gerek. Ulaş hareketle ilgili bir şeyler söylüyor, Kaya omzuma dokunuyor hafifçe. "Güçlü ol!" diyor. Her çalan telefona ben koşuyorum. Derya'nın sesini duymayınca şaşırıyorum. Duymadıkça şaşırıyorum.

Genç bir kız elinde bir kitap, bana yaklaşıyor. "Siz mi ilgileniyorsunuz?" diye soruyor. Ben hiçbir şeyle ilgilenmiyorum hanfendi. Bu hayattan emekliyim. Düşünce emeklisiyim. Sevdiğimin kalbinden uzaklara sürgün edilmişim. "Ne kadar bu kitap?" diyor. Ne kadar mı? Çok. Çok acı çekiyorum. Elindeki kitaba bakmadan söylüyorum: "Çok." Şaşırıyor. Yüzüne bakabilirim. Güzel mi? Değil. Derya sarışın değildi. Ela gözleri hayretle açılmış, pembe dudakları büzüşmüş. Derya'nın dudakları soluk pembe, gözleri kahverengiydi. İlk kez kahkahalarla gülesim geliyor. Şaşıran insanların yüz ifadesi nasıl da komik oluyormuş, nasıl fark etmemişim senelerce! Kız arkasını dönüp çıkarken ben kahkahalarla gülmeye başlıyorum. Kocaman ela gözler, büzüşmüş pembe dudaklar... Ben kahkaha attıkça dükkandaki diğer müşterilerin de gözleri büyüyor, dudakları büzüşüyor. Bir kadın panik halinde, diğerleri çaktırmamaya çalışırcasına kaçıyorlar dükkandan. Kasanın arkasındaki tabureye oturuyorum. Başımı ellerimin arasına alıyorum ve... Hıçkıra hıçkıra ağlıyorum ilk kez.

Ağladıkça iyileşiyorum. Ben durmuştum, hayat benim çevremde akıyordu. İnsanlar bir buz pistindeymişçesine kayıp giderken iki yanımdan ben hep durdum. Düşmek umurumda değil. Ağladıkça yürüyorum. Ağladıkça koşuyorum. Yakalamaya çalışıyorum kaçırdığım hayatı.

Artık duramam buralarda. Bir gece uykumda alıyorum kararı. Sabah uyandığımda hiç sorgulamıyorum bile.

Almanya'ya gidiyorum.

Bir daha dönmemek üzere...

SEPYAWhere stories live. Discover now