2, arrival

7K 685 202
                                    

Yolculuk çok uzun sürmemesine rağmen yağmur bir an olsun durmadığından oldukça yorucu geçmişti

Oops! This image does not follow our content guidelines. To continue publishing, please remove it or upload a different image.

Yolculuk çok uzun sürmemesine rağmen yağmur bir an olsun durmadığından oldukça yorucu geçmişti. Zaman bir an olsun akmak bilmemiş, akrep ve yelkovan sanki yerine çivilenip kalmıştı. Senga topraklarına varınca öyle bir yağmur başlamıştı ki, arabanın ahşap tavanı kafama çökecek zannetmiştim.

Araba bir yerde durduğunda daha ne kadar kalmıştı merak ediyordum doğrusu. Bu yolu daha fazla çekebileceğimi zannetmiyordum. Bir uşak yanımıza geldi ve "Efendim şehre geldik, saraya gitmemiz yarım saat sürecektir." dedi. Onu onayladım ve yanı başımdaki Anna'nın kucağındaki köpeğim Isla'nın tüylerini okşadım. Siyah beyaz tüylere sahip bir köpekti ve yaklaşık on iki yaşımdan beri benimleydi. Küçük fakat yaşlıydı, bu yüzden ölümünden çok korkuyordum.

Yaklaşık üç saat önce küçük bir mola vermiştik ve oradaki bir handa üzerimi değiştirme ve saçımı düzeltme şansı bulmuştum.

Geri kalan dakikaların nasıl geçtiğini anlayamadım fakat başkente girmeden önce yağan yağmur yoktu. Aksine oldukça güneşli bir hava vardı. Arabanın sarayın bahçesine gördüğümde leydilerimin hepsi kafalarını cama doğru ittirdi ve dışarıya bakındılar. "Ah, büyük kalabalığı görüyor musunuz?" diye şaşkınlıkla konuşan Anna'ya, diğerleri de katılınca gerginliği bir kenara bıraktım ve ben de dışarıya bakındım. Bahçeye yeni girmiştik ve kocaman bir saray bahçesi olduğundan kalabalığa bir hayli uzaktık velâkin yine de çok fazla insanın olduğu apaçık ortadaydı.

Bu beni daha da gerdi.

Yaklaştıkça Elizabeth, "Kadınların üzerindeki hanbokları görüyor musunuz? Bizim de giymemizi sağlayacaklardır." diyerek üzerindeki kıyafete hüzünle baktı. "Kimse bizi bir şeye zorlayamaz. Sadece özel günlerinde saygı amaçlı kültürlerine uyum sağlarız o kadar." diyerek resti çektim. Karşımdaki Mary kıkırdayarak bana baktığında ona ne olduğunu sordum. "Gerçekten bir kraliçe gibi kesin ve net konuştun." dedi.

Anna, "Rosie'nin Senga Kraliçesi olma şansı var." dedi.
Ardından, "Bunu hiç düşündün mü Rosie?" diye sorduğunda duraksadım. Aslında birkaç kere bu düşünce zihnimi meşgul etmişti fakat ben bir Conallıydım ve bir Conallının kraliçe olmasındansa Sengalı bir soylunun kraliçe olmasını tercih edeceklerini düşünüyordum.

"Bir kraliçe olamam. Ben Conallıyım ve büyük ihtimâl son prensi bu yüzden bana eş seçtiler." diye yanıtladım Anna'yı. Birkaç bir şey daha söyleyeceklerdi ki araba bir anda durdu. Kalbimin göğüs kafesimden her an fırlayacağını hissediyordum. Göğsüm hızla inip kalkıyordu. Şimdiden nefes seslerim arabaya hükmetmişti.

"Sakin ol, Rosie. Senin yapamayacağın şey yok." diyerek titreyen ellerime sarıldı Mary. Ona hafifçe gülümsemeye çalıştım fakat gözlerim dışarıyı tarıyordu. Kimseyle göz göze gelmemeye çalışarak bakışlarımı dışarıdan aldım ve yanımdaki üç kıza çevirdim. "Mary, Lizzie ve Anna... Ne olursa olsun sizi, Conall'ı ve kendimi koruyacağıma yemin ediyorum." dedim ve hepsine gülümsedim.

Uşak gelip kapımı açtı ve o sırada "Conall Prensesi ve Senga İmparatorluğunun Yedinci Prensi Jeon Jungkook'un Nişanlısı Roséanne Ophelia Slaven!" diyerek ismim âdeta haykırılarak halka duyuruldu. Arabadan inmem için uşak elini uzattığında elbisemi düzenleyerek oturduğum yerden kalktım ve basamağa basarak arabadan indim. Eğik başımı yavaşça kaldırdım ve etrafa bakındım.

Şöyle özetlemem gerekirse sağ ve sol kanatlarda halk, kraliyet hizmetlileri ve ön safhalarında soylular vardı. Onların tam ortasında -benim de karşımda- kral, kraliçe, prensler ve eşleri vardı. Hemen önde birkaç tane çocuk gördüğümde gülümsedim. Benden daha heyecanlı birilerini görmek gülümsetmişti. Halktan adımla ilgili bağırtılar ve yüksek sesli haykırışlar duydum. Hepsi bir ağızdan adımı söylüyor ve hoş geldiniz diye bağırıyorlardı.

Leydilerim de aşağı indiğinde diğer arabadan Conall Elçisi Malcolm indi. Elçi kolunu bana doğru kırarak uzattığında koluna girdim ve ilerlemeye başladık. En önde kral ve kraliçe vardı. Karşılarına geldiğimizde yavaşça eğildik ve Elçi Malcolm, "Size Prenses Roséanne'i takdim ediyorum." dedi. "Sarayımıza hoş geldiniz Prenses Roséanne." diyen krala hafifçe tebessüm ettim ve "Majesteleri." diyerek kafamı hafifçe yere eğdim. "Size eşim Kraliçe Kim Ha-Neul'u takdim edeyim."

Kim Ha-Neul. Seok Jin, Namjoon ve Taehyung'un annesi.

"Majesteleri." diyerek ona da kendimce selam verdim. Daha sonra kral soluna döndü ve onun yaşlarındaki dört kadını gösterdi. "Leydi Min Danbi, Leydi Jung Hyun-Ae, Leydi Park Min-Hee ve Leydi Jeon Mina." diyerek eşlerini gösterdi. Aslında bu oldukça mide bulandırıcı bir andı ve midemin bulandığını da hissediyordum. Karşımdaki adamın suratına bir tane geçiresim vardı. Bir tane eşi neyine yetmemişti ki? Ve birileri öldükten sonra falan da eş almamıştı kendisine, beş tane eşi de yaşıyordu... Kraliçenin yerinde ben olsaydım kesinlikle sinirden ölürdüm.

Bu sefer eğilen ben değil de çaprazımdaki leydiler oldu. Jungkook'un annesi aralarında en genç ve en güzel durandı açıkçası. Leydi Mina ile göz göze geldiğimizde hafifçe gülümsedim ve kafamı onlardan çektim.

Kraliçenin hemen arkasında kalan erkeklere bakışlarımız düştüğünde kral, "En büyük oğlum Kim Seok Jin." dedi. Sanırım Seok Jin görüp görebileceğim en yakışıklı Sengalıydı. "Saraya hoş geldiniz prenses." diyerek beni selamladı, kibarca teşekkür ettim.

"Min Yoongi, Jung Hoseok ve Kim Namjoon..." dediğinde üçü de hoş geldiniz dedi, yine teşekkür ettim. Sıranın Jimin'de olduğunu biliyordum fakat kral duraksayarak diğerlerinden biraz daha kısa olan ve bana bakarak sırıtan çocuğu gösterdi. "Park Jimin," dediğinde Jimin hızlıca reverans yaptı ve "Senga'nın güzellik ölçüsünü hat safhaya çıkardığınız için teşekkürler, majesteleri." dedi. Bende hafifçe güldüm ve eğilerek ona karşılık verdiğimde kral da hafifçe güldü ve "Kim Taehyung." dedi. Tıpkı Seok Jin gibi Taehyung da çok yakışıklıydı ve ben özellikle Jungkook'a bakmamak için sürekli tanıtılan kişiye odaklanıyordum.

"Saraya hoş geldin, prenses." diyerek beni selamladı Taehyung.

İşte o an... Kalbimin yerinden çıkacak gibi attığını duyabiliyor musunuz?

"Jeon Jungkook, nişanlınız." diyerek tanıttığında karşımda mavi - beyaz kıyafeti içerisinde duran nişanlıma baktım. O benimle nişanlandığında iki yaşındaydı, ben ise bir günlüktüm... 12 Aralık 1430, Jeon Jungkook... Seninle adımızın yan yana yazıldığı ilk gün...

O, bir şey demeyip önümde eğilince ben de aynı şekilde eğildim. Onu ve bakışlarındaki karmaşayı anlayabiliyordum. Çünkü ben de aynı durumdaydım, ne yapacağımı bilemiyordum.

"Lütfen akşam yemeğinden önce odanıza yerleşin ve biraz dinlenin, Prenses Roséanne. Senga'da neredeyse hava kararacak." diyen kralı başımla onayladım ve saraya doğru ilerledik. Gelenek olarak taktığım başımdaki tül rüzgârın desteğiyle dans ederken ben arkama dönüp ona bakmamak için kendimi zor tutuyordum. 

Sanki kaderimiz yan yana geldiği ilk günden sonra kaderin ilmeği göğüslerimize dolanmış, bizi sonsuz bir yolculuğa çıkarmıştı. 

O an, biliyordum. Onun ve benim kaderim yan yana gelmek için yazılmıştı. 


a queen and her tearsWhere stories live. Discover now